SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
En çok kokulu tülbendini severdim. Beyaz ve kenarları iğne oyalı tülbendine sinmiş gül kokusu az da olsa güvelenmesin diye dolabına serptiği keskin naftalini açığa çıkarırdı. Tülbendin kenarından çıkan beyaz saçlarında siyahtan eser yoktu. Elinden düşmeyen bir tespihi vardı. Siyah, akik taşları artık eskimiş, soluklaşmıştı. Yaşlı parmaklarında dulluğunu akıllara getirmeyen evlilik nişanı eski alyansını hiç çıkartmazdı. “Kocam gitti ama yüzüğü baki kaldı.” derdi. Bize geldiği vakitlerde yüzüğüne uzun uzun bakar, eskiyi yâd ederken derin bir “Ah!” çekerdi.
Neden bilmem çocukluğum en şen ninesiydi komşu Fikret teyze. Adının bir erkeğe benzemesini tuhaf bulurdum, mesela sınıfımda aynı adı taşıyan Fikret isimli bir arkadaşım vardı. Ama o erkekti. Erkeklere verilen ismin nasıl olur da bir kadına verilmesini anlamış değildim. Varsın adı Fikret olsundu. O benim çocukluğumun biricik eskisiydi.
Eski tuğla taşından yapılmış, büyük bahçeli bir evde otururdu. Müteahhitlerin havaya dikmekte yarıştıkları binaların gölgesinde kalan evi tıpkı Fikret teyze gibi yalnızlık kokardı. Gündüzleri top oynayan, geceleri de saklambaç oynayan biz çocuklar bu evin hep perili olduğuna inanırdık. Gün ışığında şirin görünmesine rağmen zifiri karanlık bastırınca eve garip bir ölüm sessizliği çökerdi, bu yüzden saklambaç oynarken bu evin bahçesinde asla bir çocuğa rastlamazdık. Kimse o bahçeye girmeye cesaret edemezdi. O çok sevdiğim duvar sarmaşıkları gece olunca koyu hakiye bürünür sonra da karanlığın içinde kaybolurdu. Mahallenin ışıkları bile bu evi aydınlatmaya yetmezdi.
Ağaçların üzerinde bir defasında baykuş görmüştüm. Uğursuz baykuş kitaplardan fırlayıp Fikret teyzenin damına konmuştu. Baykuş görmenin ölüme davetiye çıkarmasıyla ilgili söylenti beni çok korkutmuştu. Günlerce anneme babama bir şey olmasın diye dua edip yatağımda sessizce ağlamıştım. Fikret teyze için de gözyaşlarımı akıtmıştım.
Bahçesini süsleyen incir ağaçları fi tarihten kalmaydı. Ağaçların kalın gövdelerinin bir yanı çürümüşken diğer yanı yaşama tutunma gayretindeydi. Sonbaharın kışa yelken açtığı kızıl güz kapıya dayandığında, incirlerinden çıkan mis gibi koku sokağı doldururdu. Bu incir kokusunu, annemin özel günlerde yaptığı ve karnımı davul gibi şişiren Hindistan cevizli pudinge benzetirdim. Kara üzüm asması da güze eşlik eder, bahçeyi şenlendirirdi. Bu asma, mahalle kadınlarının kabul günlerinde sardıkları zeytinyağlı dolmaların kaynağıydı. Mübarek! Ne bitmez yaprakları vardı! Koparıldıkça asma daha da gürleşir, yapraklar köklerine sığmaz, evin çatısına doğru çıkardı.
Fikret teyzenin her gün kısalan boyuna ben uzarken tanık olmak acı veriyordu. Günden güne kısalıyor, bacakları eğiliyor, yürümekte zorlanıyordu. Yaşlılığın verdiği hastalıklar artarken kadıncağızı da ele güne muhtaç ediyordu.
Eski ahbaplarından orta yaşta bir hanım olan Saime abla her gün düzenli olarak Fikret teyzeye uğrar, halini hatırını sorar, kadının ekmeğini, sütünü getirirdi. Hiç bıkmadan usanmadan gelirdi kadın. Kar, yağmur çamur, bayram seyran dinlemezdi. Mahalleli, bu hatırnaz eski dosttan övgüyle söz eder, kadının iyiliğine ve fedakârlığına şaşar kalırlardı. Fikret teyze ise kadını bahçe kapısından uğurlarken dua üstüne dua eder, feri kalmamış gözlerinden yaşlar dökülürdü.
Oysa ben Saime ablayı hep sinsi, fena bulurdum. Mahalleli arasında aslan parçası gibi görülen bu kadına karşı güler yüzlü olma konusunda çocuk kalbim sınırlı kalırdı. Nedeni bilmediğim hainliği kısık gözlerinde hissederdim.
Bu sinsi kadından sonra Fikret teyzenin ikinci dostuydum ben. Evi bizim evle yan yanaydı. Annemi de çok severdi. Bazı akşamlar evimize gelir, annemin bakır cezvede pişirdiği acı kahveden içerdi. Bana ise o mis kokulu kahveyi koklamak kalırdı. Çocuklara konulan kahve yasağının uygulandığı evimizde garipsenir, mızıklanırdım. Annemin inadı beni geçer bir yudum da olsa ağzıma kahve koymazdı. Kahve içmek için büyümem gerektiğini söyleyen Fikret teyzeye anlamsız gözlerle bakardım.
Sevdiğim bu yaşlı teyzenin ayak işlerini görmekten hiç erinmezdim. Ara sıra beni fırına yollar mayalı hamur aldırır, bazen de sokağın başında bulunan kasaptan ince çekilmiş kıyma sipariş ederdi. Bir koşuda gidip kadının istediklerini alıp evine getirirdim. Tıpkı o eski ahbabına ettiği dualardan bana da döktürürdü. Adımlarımın karşılığında ceplerimi ceviz, fındık, leblebiyle doldururdu.
Çok sonraları öldü Fikret teyze. Ben uzunca bir çocuk olduğumda ve bahçıvan pantolonumu yeni moda kotlarla değiştirdiğimde… Cenazesine hiç tanımadığım ama hep adı geçen oğlu Tevfik de gelmişti. Tevfik’i hep genç bir adam olarak hayal etmiştim ama onu görünce şaşırmıştım. Etrafta dolaşan orta yaşı bir adam vardı. Öyle ya, doksanlık bir kadının oğlu kaç yaşında olabilirdi ki. Paşaymış oğlu. Dik duran omuzlarından, muntazam tıraşlı yüzünden ve yakışıklı cüssesinden bir asker olduğunu zaten ben hemencecik fark edivermiştim. Yürümesi, konuşması, giyinmesi… Her şeyi ile mahalle adamlarından farklıydı.
Helva kavurmak için mutfakta olan annemi beklemekteydim. Çok sıkılmıştım ve evi dolaşmaya karar verdim. Sardunyaların süslediği salonu geçip tahta basamaklara doğru adımımı attım. Ayaklarım beni üst kata çekmişti. Tavan arasının karanlık duvarlarındaki rutubetin tam ortasındaydım. Yeşillenmiş duvara bakıyordum. İçeriye dolan süzme ışık yerden kalkan tozları aydınlatıyordu. Derken bir ayak sesi duydum. Eski sobanın ve koltuğun kapattığı köşeye ilerledim. Kapının açılmasıyla koltuğun arkasına saklanmıştım.
Odada bir adam dolaşıyordu. Rugan ayakkabıları loş ışıkta parlıyorken cebinden bir sigara çıkarttı. Şimdi odayı aydınlatan loş ışığa sigara dumanı da eklenmişti. Sigara nefesimi her zaman tıkatırdı. Öksürmekten korktum. Koltuğun dökülmüş bir yerindeki küçücük bir delikten adama bakıyordum. Geniş omuzlarından ve yakışıklı yüzünden hemen tanımıştım. Bu adam Tevfik Paşa idi. Çatı katının minik camından dışarıya bakıyordu. Pencere kenarında bulunan maun renkli ahşap çeyiz sandığının üzerine oturdu. Sandıktan çıkan bir menteşe gıcırtısı odaya yayılmıştı. Derken yine kapı açıldı. Bulunduğum yerden kapı gözükmüyordu. Başımı kaldırmaya ise cesaret edemedim. Paşa Tevfik’in yanına bir gölge uzandı. Paşa ayağa kalktı. Sigarasını yere attı ve ayağıyla izmariti iyice ezdi. Artık sigara tamamen sönmüştü. Ceketini düzelti. Gür bir sesi saklamak istercesine incelterek:
“Yıllardır anneme baktığınız ve hizmetini gördüğünüz için teşekkür ederim Saime Hanım. Banka hesabınıza artık para yatırmaya lüzum kalmadı. Lakin şu çeki kabul buyurursanız bu ayın bedeli de ödenmiş olacaktır.” dedi. Kısa ve netti sözleri.
Cevap saniyeler içinde geldi:
“Teşekkür ederim. Sizin sayenizde çocuklarımı okutabildim. Allah sizden razı olsun.” dedi.
Evet, kesinlikle bu ses Saime ablanın sesiydi. Vay anasını dedim içimden.
Paşa Tevfik, tekrar pencere kenarına doğru ilerledi kısa bir sessizlikten sonra: “Annem bu gerçeği hiç bilmedi değil mi? Yani para karşılığı hizmetinin görüldüğünü…”
Saime abla gururlanarak: “Hiç bilmedi. İçiniz rahat olsun.” dedi. Kafamı hafifçe kaldırdığımda Saime ablayı kapıdan çıkarken gördüm. Paşa Tevfik ise halen pencereden dışarıya bakıyordu. Sonra kafamı tekrar koltuğun arkasına soktum. Paşa Tevfik, odadan ayrıldığında rugan ayakkabılarının parıltısı odada garip bir ışık bırakmıştı. Çok sonra azaldı ışık.
“Bir sırra ortak olmak için büyük yürekli olmak lazım.” derdi babam. “Eğer yüreğin büyük değilse çok üzülürsün.” diye eklerdi. Ne de doğru söylemiş. Herkesin altın kalpli bildiği Saime abla aslında para karşılığında Fikret teyze ile ilgilenmişti. Üstelik bunu kadından da saklamıştı. Oysa Fikret teyze Saime ablayı yıllarca dost bilmiş, ettiği dualar dilden dile dolaşmıştı. Saime ablanın oğlunun parasıyla satın alınan bir eski dost olduğunu hiç anlamamıştı ve bu sırra ermeden ahirete göçmüştü.
İki kişinin bildiği sırra üçüncü bir kişi eklenince o sır, sır olmaktan çıkardı ama ben bu sırrı hep içimde saklı tutmayı yeğledim. Ağzımdan kaçırma korkusu unutmamı kolaylaştırmıştı. Mahalleden taşınınca artık zihnim de bu olayı bir daha anımsamadı. Nefretimi hep içimde sakladığım Saime ablayı bir daha hiç görmemiştim. Ta ki, Yeşilköy Havalimanı’nın kalabalık koridorunda o kadına rastlayana kadar. Evet, oydu işte! Kalın bacakları, şişko göbeğiyle karşımda duruyordu. Ne var ki geçen yıllar kadını tuzun buzu eritmesi gibi eritmişti. O dev cüsseli kadın ufalmış bir cebin içine sığacak gibi küçücük kalmıştı. Yoksa kadın hep böyle miydi de ben mi gözümde büyümüştüm? Anlayamadım.
Serpil Tuncer