ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Birden bire ellerimi öpmeye başladı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Şimdi yalnız kırmızı küçük kulaklarını, ensesinin çukuruna düşmüş dumanlı kumral saçlarını görüyordum. Bir an içinde değişivermiştim. Bir başka insandım. Bütün muhakemelerim altüst olmuş; fikirlerim değişmişti. Bu anda benden her şey yapılabilirdi. Bu ellerimin öpüldüğü birkaç saniyede benden bir dünya istenebilirdi. Ben bu dünyayı yaratacak kadar kuvvetliydim. O, artık dudaklarını ellerimin tüylerinden tırnaklarıma kadar gezdiriyordu. Bir zaman yanağının, kırmızı ve yanan yanağının da elime bir kumaş temasıyla süründüğünü hissettim. Ellerimi, bu sevilen, sevilmeyi yadırgayan ellerimi, kendisine bıraktım. Ellerim benim olmaktan çıktı. Kafam müsterih bir iklime çekildi. Düşünmekten durdum. Neden sonra sevilmeye alışmamış bir insan ruhuyla ellerimi yanaklarından çektim.
“Yok.” dedim. “Heyecanlanma. Bu paranın, sana verdiğim bu paranın ne ehemmiyeti olabilir. Bırak, yapma, utanıyorum.”
“Bana verdiğin para için değil. Vallahi para için değil. Dinim hakkı için! İnan vallahi para için değil. Dinim hakkı için!”
Avlusunun otları taze kesilmiş, minareleri çimenlerin üzerine akmış, kubbeleri yakın çarşılara dökülmüş sessizlik ve esrar dolu İstanbul camilerinden bir tanesinin avlusundaydık. Bir öğle üstüydü. Fırsat buldukça, canım sıkıldıkça, kafamın içine bir başka benlik sokuldukça insanları sevmek için; bir uzlet içinden, bir yolsuzluk ve kimsesizlik içinden; bir varlığın ve kimsenin karışıklığını daha iyi duyabilmek için daima melankolik köşeler arardım. O zaman küçük kumruların gezindiği cami sundurmalarında düşünür; İstanbul’a, bu köprülerin ve sefillerin ve vapurların birbirini düşündüğü, birbirini çağırdığı İstanbul’a bakar kalırdım.
Cami avlularında hiçbir zaman yalnız kalmadım. Belki benim gibi aynı hisle dolu birkaç insanı, bir servinin veya bir çınarın veyahut da bir kubbe gölgesinin içine uzanmış buldum. Fakat bugün kendisine para verdiğim insana birbiri arkasına bir hafta, sonra muhtelif fasılalarla bir bahar, bir yaz, orada rast geldim. Bana artık öyle geliyor ki, bir gün, hasretini uzaktan çekmeyi, kendisini senelerce görmeyip de günlerden bir gün görmeyi özlediğim bu şehri terk etsem, senelerce sonra gördüğüm zaman onu gene orada, bir kubbenin, bir servinin gölgesinde bulacağım sanırdım.
O kadar birbirimize alışmıştık. Arka üstü yatardı. Ellerini, dumanlı kumral saçlarının döküldüğü ense çukuruna kenetlerdi. Gündüz, yıldızları görür gibi, gökyüzünde düşünürdü. Kafası bir Yahudi’nin kafası kadar ticari entrikalarla doluydu. Şimdi cebinde parası da vardı. Çalışmak istiyordu. Yazdı… Bir karpuz sergisi açabilmek için projeler yapmakta idi. Cins karpuzlar rüyalarına giriyorlardı. Ama çalışmamak… Ah çalışmamak! Başlayan yazın bütün güzelliğini görebilmek arzusu iradesiyle çarpışmıyordu bile. Arzusu iradesini almış, beraber olmuşlar, dost olmuşlardı. Yalnız rüyalarında birbirlerinden bir lahza ayrılıp tokatlaşıyorlardı.
Bir adım ötemizde kaynayan yaza karşı, gölgenin ve bir orta zaman rutubetinin içine gömülüp karpuz sergisinin projelerini yaptık.
Tekirdağ karpuzlarını en arkaya dizeceğiz. Sağlamcı ve pazarlık yapmayan müşterilere onlardan… Sonra, öne kocaman karpuzlardan koyacağız. Bunlar kalın kabukludur, hep kırmızı çıkarlar. Ama çabucak kof cevizlere dönerler. Vodina kavunları en iyi cinstir. Kokuları dışında değil, içindedir. Bu çitili, üzerleri çentikli, kokulu kavunlar yumuşayıverirler, eziliverirler, onları çabuk sürmelidir. Ne pahasına olursa olsun elden çıkarmalıdır. Birdenbire hararetlenir;
“Küçük bir çırak tutmalıyız.” derdi. “Çıraksız iş görülmez. Bıçkın bir çocuk buluruz, kapkara bir şey olur. En küçük bir pırıltı, bir karpuzun olup olmadığını anlamak için üstü fiskelendiği zaman çıkan sesten bile uykusundan uyanan, atik bir çocuk bulmalıyız. Karpuz sergisinin bütün işi o çocuktadır. Yalnız böyle bir çırak bize daha iyi çalışmanın, dil dökmenin, geniş olmanın, iş bittikten sonra türkü çağırıp cigara savurmanın lezzetini verebilir.”
Ben,
“Yok.” derdim, “önce çıraksız çalışmalıyız. Ona masraf ister.”
Gene birdenbire sözümü keser:
“İstemez.” derdi. “Ben kendi ekmeğimi onunla paylaşırım, sana ne? Ziyanı yok, patron sen ol. Sen iki pay al, ben bir pay, çırakla bana yetişir.”
“Pekala.”
Ertesi gün onu gene bir kubbenin altında elleri ensesinde arka üstü düşünür bulurdum.
“Çırak yarın hazır.” derdi.
Ağustosun öyle bir günündeydik ki, yaprak oynamıyor. Çok berrak ve sıcak bir hava, sesleri uzaklardan bize getiriyor, ta Kumkapı sahillerinde yıkanan insanları düşündürüyordu.
“Haydi gidelim Kumkapı’ya” dedim; bir kenarda yıkanırız.”
“Ben sabahleyin gittim.” dedi. “Sen istersen git, bir banyo yap gel. Ben çırağı bekliyorum.”
“Paralar?” dedim.
“Bitti mi?” dedi.
“Bende metelik yok.”
“Bana verdiğin para duruyor” dedi; “bu para bize yeter de artar bile.”
Ben Kumkapı sahiline yollandım. O arka üstü yattığı yerden sağ tarafına döndü. Gözlerini kapadı.
Ben bir minare gölgesinden güneşe doğru adımlarımı ağırlaştırırken arkamdan bağırdı:
“Hacı Bey!” dedi, “Yarın sabah altı buçukta Beyazıt havuzunun kenarında ol.”
“Olur, olur.”
Saat ona doğru Süleymaniye’nin avlusuna vardığım zaman kimsecikler yoktu. Bir adam güneşin altında soyunmuş, çamaşırlarında bir şeyler arıyordu.
O zannettim. Değildi. Akşama doğru idi. Sundurmanın önünde düşünmekle uyumak arası bir halde meltem çıkmasını bekliyordum. Ter içinde gözüktü. Tıraş olmuştu. Siyah bir fanila giymişti.
“Niçin altı buçukta gelmedin?” dedi.
Beni uykumdan çekip sürükledi. Karpuz sergisine vardığımız zaman, güneş altında bu kadar hızlı yürümekten şakaklarım zonkluyor, vücudum çoktan beri akmamış bir terle yumuşamış, kaşınıyordu. Pis bir hasırın üzerine kırk elli tane karpuz dizilmişti. Küçük, hakikaten duman gibi kara saçlı tuhaf bir çocuk, bu küçük karpuzların önünde haykırıyordu.
“Çeyreğe!.. Çeyreğe!.. Elini mi kestin baba!.. param olsa da ben de yesem!..”
Karpuzların bazılarına nereden düştüğü meçhul bir güneş vuruyor sokağın başından bir vantilatörden eser gibi bir meltem esiyordu.
“İşte” dedi, “bizim sergi de böyle olacak.”
Sonra indiğimiz yokuşu ağır ağır çıktık. Kararan güne karşı bir karpuz sergisini düşündük:
Bir başka cins Kırkağaç, derdi; bunu ayrı koyalım. Bu, kışa dayanır. Kışın bile çürümez, yumuşamaz. İçi buz tutar. Kışın soba kenarında bunu kesmek lazımdır. Ilık suya koymalı bir müddet, ılık suda kaldıktan sonra kesip yemelidir. Tadına doyum olmaz.
Sonra her iş biter. Simsiyah külhanbey gömleğini çıkarır, bir Yenicami gömleği giyerdi. Ceketini serginin tahtasına çakılmış çividen alır, omuzlarına bırakır:
“Haydi gidelim, derdi, köprüden biraz vapurları seyredelim. Hem hava almış oluruz.”
Sait Faik Abasıyanık
MEB Yayınları Sait Faik Abasıyanık’tan seçmeler S.52