0

Kar yağıyordu. Kalbinin ritmine kapılıp kurtulmuş bir saat düzeninde koşmaya başladı. Yağan karların üzerinde bata çıka ilerliyor, düz yol koşusundan daha fazla efor harcayarak koşuyordu. Küçük yerleşkenin yıkık damlı ve buzdan saçak tutmuş evlerini geçti. Damların altındaki havuca benzeyen bıçak gibi keskin buzlardan başını koruyarak, ağzının artan harareti karşısında sürekli yutkunmayı deneyerek koştu. Yabanıl atlar gibiydi hızı ama terleyecek kadar insandı. Beyaz örtüden ibaret olan zeminin üzerinde bata çıka koşuyor, yorulan dizleri üzerindeki çocuk yüzü melek gibi gözüküyordu. Zaman kavramının kıskacına tutunmadan sonsuzluğa uzanan bir deniz varmışcasına koşuyordu.

İsmet ‘ti adı, Kuşçu İsmet… On dört yaşındaydı. Kuşçuların adı İsmet olurdu hep bu yerleşkede ya da ismi onu kuşçu yapmıştı. Küçük güvercinin peşinden onu yakalamak ve yaralı kanadını sarmak için koşuyordu. Kuş daldan dala, damdan dama sekerek ilerlerken yerleşkenin bittiği evlerde artık konacak dam ve kurumuş bahçelerde ağaç kalmadığından, karların üzerine düşmeye başladı. Ürkmüştü kuş. Kocaman bir kedinin ağzından az evvel kurtulmuş, panik halindeki kedi ile kuş bir anlamda cellât ile kurban aynı anda yaralanmış, kedi, İsmet’ten yediği kocaman bir kartopundan afallayıp kaçmış ve kuşun kanadından kanlar akmaya başladığında can alametiyle çırpınan kuş, göğe yükselmişti. Kuş önde, İsmet arkada uzun süren bir takiple tipi ve soğuğa aldırmadan buraya kadar geldiler. İkisinde de değil koşacak sürünecek hal bile kalmamıştı. Güvercinin kanadındaki yara, beyaz karların üzerine düştükçe daha fazla açılıp sulanmış ve kan yaralı kanattan akarken etrafı pembe bir renge bürünmüştü. Yaranın bir an evvel kapanması gerekiyordu. Daha fazla dayanamayan hayvancık olduğu yere yığıldı. İsmet de olduğu yere yığıldı; çünkü koşmaya gücü kalmamıştı. Yaralı kuş ve çelimsiz bacaklı bu ergen, aynı anda “Pes” demişti. Biri kanamaktan kesilmişti diğeri koşmaktan… İkisi de soğuktan donacak hale gelmişti.  Yavaşça yere çöken İsmet, kartal gibi sızarak panik olmuş kuşun üzerine atladı. Onu sıkıca kavradı, ceketinden çıkardığı bir mendili yaraya bastırdı. Kalbi pır pır atıyordu güvercinin, o kadar korkmuştu ki yemeğini yediği sahibinin avucuna sığınmakta güçlük çekti, sürekli debelenip durdu. İsmet, kuşu koltuğunun altına alıp ayağa kalktığında karlar arasında kalan kasabasına baktı. Gözlerine inanamadı, o kadar çok koşmuştu ki kasaba, gökyüzünde gözüken yıldızlara benzemiş, havanın kararmasıyla yanmaya başlayan sokak lambaları ve evin ışıkları titrek, sessiz ve ötelerde kalmıştı. Üstelik akşam ezanı okunmuş, çakal karanlık sessizce kundağını toprak ananın üzerine sermişti.

Üzerindeki yırtık ceketin yakalarını kaldıran İsmet, hızlı adımlarla kasabaya doğru yürümeye başladı. Ayakları kesilmiş gibi ağrıyor, yürürken kaval kemiklerinde şiddetli bir azap duyuyordu. Hızlı hızlı yürüdükçe nefesi kesiliyor, terliyordu. Terledikçe üşümemek için daha sıkı sarılıyordu eski ceketine. Yağız saçlarından akan terler, yüzünden boynuna inerek donup kalıyordu. Akşam ezanını yememek adına adımlarını sıklaştırdı. Korkuyordu çocuk, delikanlılığa henüz adım attığı be saatler korkmak, çocukluğundan arta kalan sünepe alışkanlıklarından biri olmalıydı. Elektrik tellerinin altından geçmemeye, bastığı yere çivi gibi sağlam basmaya, bastıran tipide yüzünü, gözlerini koruyarak yürümeye özen gösteriyordu.

Dört güvercini vardı İsmet’in. Daha fazla kuş beslemek istiyordu; ama tır şoförü olan babası yedi çocuğa zar zor bakabildiğinden, evlerinde bakılabilecek başka boğaza yer yoktu. Yedi kardeşin en ufağıydı İsmet. Kasaba törelerine göre yaşlı sayılabilecek bir ailenin en küçüğü olup dört kız, iki erkek kardeşin en nazlısıydı. Narin ince yapısıyla, yazları tarım için komşu illere giden ailesinin peşinde takılır, gittiği her yere kafes içindeki kuşlarını da beraberinde götürürdü.

Bastıran karanlığa inat, soğuk az da olsa hızını kesmişti. Rüzgârın uğultusu, hayaleti andıran bir adam sesi gibi gürlüyor, ergen İsmet gittikçe daha fazla korkmaya başlıyordu. Hatta bir ara korkusunu bastırabilmek için türkü söylemeyi düşündü.  Aklına bir türkü, türküye benzer bir melodi, hatta tekerleme bile gelmedi. Sonra pısırık bir gülüşle dudaklarını araladı: “Halime…” İnsanın içini ısıtan, korkularını bir kâğıt parçası gibi buruşturup atan, insanı karanlıktan, çakallardan, hayaletlerden kurtaran ve kollayan bir sözcüktü “Halime…” Yaşı yaşına boyu boyuna uygun, mavi gözlü, sarı saçlı, teyzekızıydı Halime. Genç kızın hayali, İsmet’in yeni gelişen erkeklik duygularını coşturmuş, korkularının bir nebze de olsa geçmesine neden olmuştu. Ayaklarına güç geldi. Yüreğindeki pır pırlık gitmiş, aslan kesilmişti. Karda yürümek kolaylaşmış, uzak kasabanın yıldızları yakınlaşmıştı. Karanlık bile karanlık gibi değildi artık. Loş mavi bir ay ışığı sanki İsmet için yeryüzüne inmiş, bedeninin karlar üzerindeki gölgesi belirmişti. Korkmuyordu artık. Yürüdüğü yollarda Halime ’nin hayalini yanına alarak, onun adını sayıklayarak, an be an cesareti artarak ilerliyordu.

Halime gerçek olan bir hayaldi. Zengin bir babanın kızı olup özel okullarda okuyordu. Üstelik teyzekızıydı ve sadece yazdan yaza gördüğü güneşli günlerin özel macerasıydı. O boyuna, huyuna, suyuna göre olsa bile biliyordu İsmet ayrı dünyanın insanları olduklarını. Ne önemi vardı şimdi bunun. Aşk, korkuları yeniyor, bir insanı karanlıktan kurtarmayı başarabiliyor, yol arkadaşlığı yapıp, en acımasız zamanlarda insanı yaşatmak adına savunma mekanizmasını körüklüyordu. Aşk, bunu bilmeden, herhangi karşılık beklemeden yapıyordu.

Aşk, tepeleri devirdi ve yerleşkenin ilk ışıklı evleri göründü. Ardından karlı damlar, kurumuş bahçeler, kapılar, pencereler belirdi. Sonra havaya dağılan kararmış bacalardan çıkan dumanlar, İsmet’in genzini doldurmaya başladığında çocuk kalbi daha erken olmuştu. “Dumanlar, dumanlar!” diye bağırdı İsmet.

Halime, ona ne yapıp edip evin yolunu buldurmuştu.

Meltem Faslı

Leave a Comment

İlgili İçerikler