ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Kemoterapiden hemen sonra, dış ve iç kapılar kapatıldı. Havalandırma bir aygıta bağlandı. Normal hasta odası, bir günde nakil odasına dönüştürüldü. Asiye de steril giyinmeye başladı.
Artık giren çıkan herkes önlüklü, maskeli, boneli, eldivenli, galoşluydu ve her yer, günde birkaç kez dezenfekte ediliyordu.
Hoca, sekize doğru geldi ve başucunda durdu: “Hazır mısınız Avni Paşa?”
Tedavide son aşamaydı bu. “Ya herro ya merro!” dedi, içindeki ben, bir parça alaycı, “Kalü beladan beri hocam!”
Doktor, Avni’nin omzuna dokundu ve bir kahkaha patlattı. Aniden sustu ve eşlikçiye döndü, “Asiye Hanım.” dedi. “Artık daha bir dikkatli olmalısınız. Uyurken bile önlük giyip maske takmalısınız. Zorunlu olmazsa, asla dışarıya çıkmayın. Dışarlık ve içerlik giysilerinizi ayırın. Girişte, kesinkes duş alın.”
“Ya!” dedi Asiye, “Tamam… Aynen uyarım. Yeter ki Avni’min yanında kalayım hocam.”
Avni bitkindi, ama az biraz canlanmış gibi duyumsadı kendisini: ‘Asiye’nin gözlerinde tuhaf bir parıltı mı var ne!’
“Nakil sırasında sizi dışarıya alacağız Asiye Hanım.”
“Tamam”
Hoca, “Haydi, geçmiş olsun.” dedi ve gitti.
Oğlu, araya taraya bu hastaneyi bulmuş; konuşmuş ve dosya istenmiş… Tedavi seyrini gören hoca, hemen gelmelerini istemiş. Avni’nin bir beklentisi yoktu aslında, ama karısı ile çocukları…
Aynı anda steril giysili, üç kadın girdi odaya. Biri, getirdiği acil müdahale aracını hastanın soluna bıraktı, öteki de tekerlekli tankı pencere önüne yerleştirdi.
Yaşlıca olan, “Günaydın, Avni Bey!” dedi, “Ben hemşire Nuran.” Sonra döndü, aracın önünde duran Aliye’yle tankın başındaki Ayşe’yi tanıttı.
“Günaydın.”
Mersin’deki terapi hemşiresi Nebahat’e benziyordu Nuran, o denli kendinden emin, o denli sevecen…
Ayşe, ilgiyle baktı Avni’ye: “Beni hatırladınız mı?”
Kadın, yedi kat yabancıydı, nereden anımsasın? “Öf!” dedi içinden, hatırlasa ne yazar, hatırlamasa ne! Gene de, ‘ayıp olmasın’ diye özenle, ama isteksizce ona döndü.
“Aferezde…”
Sözcüğü duyar duymaz, ilik odası canlanıverdi gözkapaklarında. O, halk türküsü tutkunu hemşireydi Ayşe.
İçli türküler, çokça ağıt olurdu. Hasta ya da hastalık üzerine söylenen yok denecek kadar azdı, ama bir bozlak, hastanın ağzından “Anam ağlar başucumda oturur/Bu dert beni iflah etmez öldürür” diyordu, tıpkı Avni gibi…
“Evet.”
“Nasılsınız?”
Sorulur mu bu? “Sağ olun. İyiyim. Ya siz?”
“Teşekkür.”
Nuran Hemşire, masadaki plastik torbayı açtı. Çıkardığı beyaz yaygıları masaya ve acil aracına dikkatlice serdi. Aliye, bir kutu ile birkaç plastik şişeyi aldı, yaygıların üzerine dizdi. Ayşe ise, tankın yanında duran akvaryuma benzeyen aygıtı götürüp masaya yerleştirdi ve fişini prize taktı. Avni’ye bakıp gülümsedi.
Avni’nin gözleri karşı duvara kayıverdi ve ak yüzey, bir anda dalgalanmaya başladı… Belleğinin bir yerlerinden kopup gelen kapı, yine önündeydi, ancak ayakları neden kurşun gibi ağırdı bugün? Oğlu, koluna girmiş, sürükleniyordu adeta, ama niye? Sormuş olmalı, Adana’ymış burası, hastane… Bir umutla, muayeneye gelmişler, nakil olasılığına karşı… Birden geniş bir odada buldu kendisini. “Yaş riskiniz var Avni Bey.” diyordu, yaftasında doçent doktor yazan dazlak hoca. “Tedavi protokolünüz bitsin, yeniden değerlendiririz.” Yeniden ha… Bu, ‘kemoterapiye devam, nakle hayır’ demekti. Yığılıp kaldı, olduğu yerde. Hoş, yığılmasa bile, soluk alacak mecali yoktu ki Avni’nin…
Nuran, ısıtıcı aygıtın göstergesine baktı, “Hım.” dedi, “32’ye gelmiş.”
Ayşe: “Az sonra 36’yı bulur abla.”
Nuran, bir şırıngayla Avni’nin başucuna dikeldi ve eğildi, hocanın ‘paşa madalyası’ dediği kateterin çalışıp çalışmadığını kontrol etti. Hoşnut, Aliye’ye gülümsedi.
Sağlıkçı Fatma da böyle, işinin ehli bir kadındı. Her iğne yaptırmaya gittiğinde, “Aga be” derdi, “neden kesilmiyor, bu ağrıların senin?” Omuzları, omurları, leğen kemiği spazmla karışık, ama zonk zonk zonkluyordu kaç haftadır. Sabah iğnesini yaptırıp, olası bir parça rahatlayacak, Asiye ile hastaneye, sonuç almaya gideceklerdi bugün…
“…gitmez olaydım hastaneye! Çıkmaz olaydı sonuçlar… Varmaz olaydım hematolojiye! Olmaz olaydı, bir anda yıkılıveren dünyam! Uçup giden hayallerim… Asiye, çocuklarım, gelinim, torunum… Yazmaz olaydım onca kitapları! Doğmaz olaydı güneş… Batmaz olaydı…”
Nuran, “Avni Bey, sakın ha, uyumayın!”
Kadına, ‘kim bu uyuyan’ der gibi baktı.
Ayşe, tankın mandallarını çözdü ve kapağını kaldırdı. Dumanlar yükselirken elini sokup bir kızıl torba çıkardı.
Aferezde, cihazdan geçen pembe hücreler dolarken bir damla umuttu bu torbalar, bir bekleyiş. Şimdi ise, ya herro ya merro…
Ayşe, dumanı tüten torbayı kazana yerleştirdi. Beden sıcaklığına erişence çıkaracak, olası partikülleri sıvazlaya sıvazlaya eritecekti. Nuran da çatala asacak, serum aygıtına ve katetere bağlayacak, otomatta akış hızını ayarlayacak, kızıl sıvının damla damla inmesini sağlayacaktı. Aliye ise belli aralıklarla gidişatı ölçecekti ya da acil müdahale yapacaktı.
Ne ilgiyse, Haşim Hoca’nın asistanı Gül Hemşire geliverdi, Avni’nin aklına: Olabilecek şeyleri açıklarken başını okşayan o sevecen kız. Oysa dümdüz, saçsız kılsız bir kafatasıydı başı. Üstelik hemşirenin eli altından kayıverecekmiş gibi nemliydi de… Saçları kaç kez dökülmüştü? Üç… Dört mü yoksa? Saça başa pek önem vermezdi aslında, ama kılların avuçlarına doluverdiğini gördüğü gün, içi nasıl da yanı yanıvermişti…
Nuran Hemşire, “Oho oho!” dedi, üst üste.
İçindeki Avni bağırdı: “Deli mi ne, bu kadın aga?”
Birkaç dakika geçti.
Nuran, “Ha, Avni Bey!” dedi, “Mersin’in neyi meşhur?”
“Ne yönüyle?”
“Yemek, diyelim.”
Avni, derin bir soluk aldı, “Şey…” dedi, “Tantuni.”
Ayşe, söze karıştı: “Kadıköy’de yemiştim.”
Nuran: “Neresinde kız?”
“Harem yolunda, şirin bir yer.”
Avni: “Beğendiniz mi?”
“Farklı… Hoş bir tat.”
Aliye: “Bir gün birlikte gideriz ha, kızlar?”
Nuran, “Avni Bey.” dedi, “Tantuni tamam da… Duyduğuma göre batırık mı ne, bir yemeği daha varmış Mersin’in.”
O zamanlar daha Silifke’den yollara düşmemişti batırık. Duyardı adını, ama tadını bilmezdi Avni. Nişandan sonra bir gün, ailecek Asiyelere gitmişlerdi. Bir tepsi üstünde, çorbaya benzer bir kâse tutuşturmuştu eline, bir de haşlanmış, doğranmış lahana tabağı. ‘Bu nedir kız?’ diye imlemişti Asiye’yi. O da, iki kaşık lahana koymuştu kâsenin üstüne ve “Batırık Avni’m, batırık!” demişti, “Kaşıkla haydi…”
“E Avni Bey?”
“Evet, hoş bir ara aşıdır o.”
“Ne dediniz, ne?”
“Bulgurun, fıstığın, tahinin, yeşilliğin, salatalığın, lahananın, baharatın ve limonun harmanlandığı bir soğukluk…”
Söyleşi, bir an kesildiyse de sonra uzadı gitti. Meğer Avni’nin uyanık kalması için hemşirelerin başvurdukları bir yöntemmiş bu.
İki saat geçti.
Bir ara, Avni’nin soluğu daraldı ve Aliye oksijen taktı. Kısa sürede düzeldi ve bırakılan yerden devam ettiler.
Sırtındaki ağrılar azdırdığında da soluğu böyle kesilirdi. Öküzler gibi böğürür, cehenneme dönerdi dünyası. Güneş doğuyor mu ya da batıyor mu? Gece mi, gündüz mü? Her şey iç içe, üst üsteydi. Yolun sonu… Bir düş, karma karışık, umarsız bir gidiş…
Oğlu Adana’ya götürüp PED-CT çektirdi de spazmların nedeni anlaşıldı. Meğer sırt omurunun birindeki metastasmış onca acının nedeni. Radyoterapiye gidip gelecek ve ağır ağır kurtulacaktı bu illetten.
Kaç saat oldu nakil başlayalı? Üç saat, beş, altı… Umursamalı mı zamanı? “Yoo!” ‘Yeniden doğacaksın’ demiyor muydu hoca? Neden umursasın? İnsan, doğarken de bu denli uzun mu sürerdi soluk alışı? Bu denli zor muydu, halden hale geçmek? Olası anneye zordu, ya bebeğe? Bir bebek… Baştan beri var olan, ama yeniden doğan koca bir bebek…
Nuran, “Bu son torba Avni Bey.” dedi ve sırıttı: “Artık delikanlı oldunuz.”
İçindeki ben bağırdı: “Nedir bu delikanlı olmak da hemşire? Hani bebekti? Haydi, canım sen de!”
Oysa bir tek amacı vardı, nakil için: Bir an önce Asiye’yi rahatlatmak ya da olmayacaksa, varıp hızla sona teslim olmak…
Avni, “Teslim olmak!” diye mırıldandı, hemşireler toparlanırlarken. Hınçla başını kaldırdı: “Asla!” Gözeri dolu doluverdi. Sanki bir şimşek patladı içinde, ama garip ve buruk. “Aman Allah’ım! N’oluyor bana?”
Ne hoş bir duyguydu karısına, çocuklarına, gelinine, torununa doya doya sarılabilmek… Asiye’nin gözlerindeki amansız kederin, o yıkıma benzer şeyin bittiğini görmek… “Ne güzel bir beklentiydi bu!”
Belki yeniden yazmaya başlayacak ve dosyalarını yayınevlerine gönderebilecekti. Çok değil iki üç yıl… Daha ne isteyebilirdi ki, bunca şeyden sonra hayattan?
Şaban Şimşek