0

 

Son duruşmada berat ediyorsun, yüzüne tahliye kararı okunuyor, ama ne zaman özgürlüğe kavuşacağını bilmiyorsun. Çokça bir hafta kadar sürerdi işlemler, bazen on günü bulduğu da olurdu. Eşim, çocuklarım eve geleceğimi biliyorlardı elbet, ancak cezaevi kapısından ne zaman çıkacağım belli değildi. Bundan olsa gerek, tahliye günü kapıda yakınlarını bekleyen kimseyi bulamazdınız.

Akşama doğru, hafta içinde tahliyesi çıkanlarla birlikte bir ringe tıkıştırıldık. Üst üste bindirilmiş çuvallar gibiydik neredeyse. Havalandırma delikleri açık olmasaydı eğer, nefessizlikten boğulmak işten değildi. Her kavşakta ya da trafik ışığında şoförün frene hafifçe dokunması bile göğüs göğse, sırt sırta, omuz omuza bindirmemize yetiyordu. Yolculuk yarım saat kadar sürdü. Sonunda emniyet müdürlüğüne getirildik ve topluca şubeye çıkarıldık. Bir masanın önüne tek sıraya dizildik. Yerli olanların nüfus cüzdanları anında verildi. Taşralıların tümü ise güvenlik soruşturması gerekçesiyle alıkondu. Sonradan duyduğuma göre soruşturma birkaç gün içinde bitiyormuş. Bir ay kadar bekletilenler de varmış, yeniden tutuklanıp, gerisin geriye cezaevine götürülenler de…

Kimliğimi elime tutuşturan memur bir şeyler imzalattı. Konuşmaya tenezzül etmeden başıyla ‘git’ işareti yaptı, o kadar. Valizimi aldım, sırtımı masaya döndüm. Bir an inanmakla inanmamak arasında bocaladığımı anımsıyorum. Ciğerlerimde tuttuğum havayı salıverdim ve ‘oyun bitti’ dedim içimden. Kupkuru, sevinmeye bile değmeyen bir boşluk, anlamsız bir şey!

Koşmak ayıbıma giderdi, ama kendi kendime verdiğim ‘uygun adım marş’ komutuyla koridoru geçtim, merdiveni indim. Ayaklarım toprağa dokunduğu anda durdum, derin bir soluk aldım, çevreme şöyle bir bakındım. ‘Olacak şey değil’ diye düşündüm. TCK 141’e 1’den otuz yıl hapsi ve on yıl Eskişehir sürgünü istenen Salih Tahir özgürdü sözüm ona. İlk kez Mersinli olmak bir işe mi yaramıştı ne!

‘Neden sözüm ona’ dediğime şaşırmış olmalısınız. Aklımdan geçtiği sırada ben de apışıp kalmıştım. Bilinçaltı, gerçekleri böyle mi söze döküyor, emin değilim, ama gerçeğin ta kendisiydi ‘özgürlüğün sözde’ oluşu. Yahu, ben mahkeme kararıyla yaşımı büyütüp zar zor öğretmen diye atandığım günden beri başka bir iş yapmadım ki! Tamam, iyi çift sürer, saban kullanır, öküzleri ustalıkla yönetirdim. Üstüne üstlük ekin biçmeyi, harman kaldırmayı, sapı samandan ayırmayı da iyi beceririm. Oysa babamın köyde ne tarlası, ne çifti çubuğu kalmıştı. Seksen beş yaşında bir ihtiyardı ve artık yüz, yüz elli şeftali ağacından başka bir şeyi yoktu koca Tahir Ağa’nın…

Ya karım da öğretmen olmasaydı, ne yapardım o zaman? Öyle, şuna buna takıntısı olan bir horoz değildim. Eşimin avuçlarına bakmak da olmazdı elbet. Onuruma baskı yapardım, ancak karımın daha fazla ezilmesine asla izin veremezdim. İki yıldır onca sıkıntıya katlanmış, bir yandan okul, bir yandan bakıcısız kalan Ekin bebekle uğraşmak kolay değildi. İyi ki Ayhan büyümüştü! Öf, ama o çocuktu daha, sekiz yaşında olsa bile…

Cezaevi ile emniyet şehrin dışındaydı. Gelen Tarsus-Mersin otobüsüne bindim, yakın bir yerde indim; artık on, on beş dakika sonra evimdeydim.

Avlu kapısı yine açıktı. Sokak lambası da yanıyordu. Ağır adımlarla, baka bakına eşiğe kadar geldim. İçim kıpırdamaya başladı. Sevinip sevinmediğimi bilmiyorum, ancak bir rüyadan uyanıvermiş gibiydim. İç kapı yine aynı yerdeydi, yine kahverengi boyasıyla sırıtıp duruyordu yüzüme. Çıkarken anahtar almamıştım, nasıl olsa annem Ekin için evdeydi, elimi zile uzattım. Bir anda içim çalkalanmaya başladı. Burun direğime doğru bir iğne saplandı neredeyse. Gözlerim, çoktandır unuttuğum yaşlarla doluverdi, dizlerim de zangır zangır titremeye…

Elimi aniden çektim, ikinci şubenin tezgâhına çıkmadan önce yaptığım bir hareket geldi aklıma. Elektriğe dayanmanın tek yolu buydu. Derin bir soluk aldım, bir saniye tuttum, yavaş yavaş geriye verdim. Dördüncü soluk alış verişinde dizlerimin titremesi kesildi, yedincide de bakışlarım duruldu. Elimin tersiyle gözlerimi kuruladım, olanca gücümle zile bastım.

Olası pencerede bekleyen Ayhan’ın otomatiğe basmadan, annesine de bırakmadan koşarak merdiveni ineceğini, kapıyı şangır şungur açıp boynuma sarılacağını hayal etmiştim. Vakit çok geçti, Ekin kesinkes uymuştu, olası Ayhan da…

İki adım geriye çekildim. Mutfak penceresi açıldı, karım bir bakışta beni gördü, el salladı. Bir an çocuklarıma sürpriz olsun istedim, parmağımı ağzıma götürüp sus işareti yaptım. Karım, ‘anladım’ diye başını kaldırdı, çekildi. İki saniye sonra otomat şakladı, ardından sahanlık lambası yandı. Kapıyı ittim, merdivene doğru yürüdüm. Daha ikinci dönüşe gelmeden Elif’im karşımdaydı ve acıyla sevinç arasında bir eda ile gülümsüyordu.

Öyle özlemiştim ki Elif’i! Oysa on gün önce duruşmada uzaktan uzağa, ufacık da olsa özlem gidermiştik sözüm ona. O gün korku doluydu bakışları, ama bir yandan sevecen, kederli, endişeli. Kolay mıydı? Ya ‘beraat’ diyecekti mahkeme, ya da ‘şu kadar yıl hapis cezası…’

Valizi yere bıraktım, ellerini tuttum karımın, gözlerine gözlerimi kilitledim. Ne yapacağını bilemez gibiydi kahverengi bakışları, az biraz da şaşkın. İnsan hasretine kavuştuğu halde ikircikli atar mıydı yüreği? Fıldır fıldır dönüyordu karımın gözbebekleri…

‘Belli’ diye düşündüm, ‘daha uyanmamıştı karım’, sahanlığa gelinceye kadar duyumsadıklarıma benzer bir iç çalkalanmasıyla allak bullaktı olasılıkla. Ellerini bıraktım, “Merhaba!” dedim, omuzlarından tuttum, bedenimi bedenine yapıştırdım. İşte, o başımı döndüren kokusu yine genzime doluyordu, işte o sıcacık teni yine içimi ısıtıyordu ya, gerisi vız gelirdi bana!

Sahanlık otomatik lambası söndü. Birkaç saniye öylece kaldık.

Karım, “Merhaba.” dedi, “Hoş geldin canım!”

“Hoş bulduk.”

‘İnsan kendi duygularını az buçuk anlar, ucunun nereye varacağını da kestirebilir’ desem sanırım doğrudur. Öyle de olsa en yakınınız olan kişiyi bile aslında tam olarak bilemezsiniz, ‘anlıyorum’ derseniz, kendi deneyimlerinizden yola çıkarak. Bir öngörüdür bu, yalnızca bir önerme. Karım için de böyledir, karıma göre benim için de. Diğer deyişle ona karşı duygularım net ve açık, ancak karımın bana ne hissettiğini tam olarak bilemem, içme doğan dışında. Sezgilerim, şimdiye kadar hiç utandırmadı; güvenirim, sığınırım, inanırım, biricik gerçekliğimdir sözgelişi.

Karım anahtara bastı, sahanlık yeniden aydınlandı. Kapıya doğru bir adım attı, gülümsedi.

Valizi almak için eğildim. Yetişip elimi itti, ‘ayıp ediyorsun’ der gibi baktı. Basit bir çalım sanmayın bunu, içimin dolup taşmasına yetti de arttı bile. O denli büyüdü ki karım, artık bir kahramandı gözlerimde, heykeli dikilecek bir yiğit! Bir milim ya da zerre kadar abartmıyorum, onca zaman hem öğrencilerini kesintisiz yetiştirmeye çabalayan, hem de aksatmadan iki çocuğun bakımının üstesinden gelebilen, dahası kocasına elini, kolunu, gönlünü, ömrünü sunan bir kadındı.

Ayakkabılarımı eşiğe çıkarıp içeriye adım attığım anda Ayhan’ım bir nara attı ve koşup boynuma sarıldı. Başımı boynuna gömdüm oğlumun, kokusunu doya doya içime çektim. Ne kadar sarmaş dolaş kaldık, anımsayamıyorum, ancak “Baba!” diyen bir sesle kendime gelebildim. Dizlerimi büktüm, Ayhan’ımı yere bıraktım, Ekin’ime kollarımı açtım.

Pek heyecanlı değildi küçük oğlum. Üçe yaşına yeni girmişti ve annesi iki kez ziyarete de getirmişti. Ayhan ise adeta küsmüştü bana, ziyareti asla kabul etmemiş… Ekin, camın arkasında gördüğü baba algısı ile karşısına çıkan baba arasında bir bağ kurabilmişti belli. Oysa altı aylıktı evi terk ettiğimde. Sabahları altını alan, sarıp sarmalayan çokça bendim ya da annemdi. Çocuk kendisine emek vereni tanırdı, severdi, kucağına atılırdı elbet, ama oğlum kendine gelmeye başlayalı beri baba diye birisi yoktu ki başında, tanısın.

Ekin’im de bıraktığım gibi kokuyordu. İçimi dinlendiren, gönlümü açan bir tattı bu. İnsanın evladı, hasret kalınca daha bir tütüyordu burnunda, daha bir aranıyordu, anımsıyordu her bir şeyi gördükçe. Havalandırma üstünden bir serçe geçse eşimden, çocuklarımdan bir esinti getirmiş gibi bakardım ardından, birkaç saniye de olsa. Batıdan üstümüze gelen bir bulut, rüzgâr, hatta toz toprak buram buram hasret getirirdi koğuşun anca gökyüzü gören dört duvarı arasına.

Kucağımda fazla kalmadı Ekin. Karım, “Alışacak babası.” dedi, hoş görmemi imleyerek. Elbette babayı bilmeye başlayacaktı oğlum, çok değil on beş yirmi gün dahi sürmeyecekti, biliyordum. Olsun, bugün de böyle bilsin. Yarından sonra ağabeyi, annesi okuldayken yalnızca benimdi. Görüşte karımın söylediğine göre bakımını neredeyse üstlenen ne Naile Bacı’ya, ne de Koca Anne’ye bırakırdım artık yavrumu. Aylardır hayalini kurduğum öyle oyunlar, öyle ballı şekerli masallar kazımıştım ki belleğimde oğlum için…

Bir yanımda Ayhan, bir yanımda Elif, Ekin de önümüzde, saatlerce kanepede oturduk. Soruları çokça ben sordum, ara sıra da Ayhan’la karım. Yanıtlar bazen kısa kısaydı, bazen de uzun. Karım bir ara ‘yemeğin hazır olduğunu, istediğim zaman mutfağa geçebileceğimizi’ söyledi. Yahu, umurumda mıydı yemek! ‘Çocuklar uyusun yerim’ dedim. Bir süre sonra Ekin uyudu, Ayhan’ın gözleri kapanıp düşünceye kadar söyleştik.

Elif, “Haydi sevgilim” dedi, “ev yemeğini özlemişsindir.”

Tahıl ağırlıklı cezaevinin sözüm ona yemek denen şeyleri yenilir yutulur değildi. Yaşamak için bitirirdim tabağımı. Ara sıra sebze çıkardı, o da lahana ya da Kürt arkadaşların tırşik dedikleri sulu patlıcan çorbasına benzer bir yiyinti. Ev yemeklerini değil, karımın yemeğini özlemiştim aslında. Öğlen yediğim sözde barbunya pilavla duruyordum hâlâ. Öyle baskındı ki başka duyumlarım, midemin büzüldüğünün farkına varamamıştım daha. Karım, tanıştığımız günlerde çağırdığı zaman sunduğu ya da evime gönderdiği etli patates tavası yapmıştı bugün, özellikle seçtiğine eminim.

Yemeğimizi yedik. Karşılıklı oturduk. Soru sırası karıma gelmişti.

Evi terk ettiğim gün de benzer bir yemek yaptığımı, Ekin bebeği anneme bırakıp sokağa çıktığımı biliyordu zaten. Arkadaşlarla buluştuğumuzu, bir süre söyleştikten sonra, okulun kapanmasına yakın Kuru Çeşme’ye geldiğimi, ara sıra görüştüğümüz Ali Hoca’nın önümü kestiğini ve o berbat haberi verdiğini anlattım karıma. Tarsus’ta TÖBDER uzantılı TSİP operasyonu başlatılmış ve risk altındaymışım. Bir iki dakika sonra Ali Ekber’in yanımıza geldiğini, Mersin’i derhal terk etmem gerektiğini söylediğini, Ankara’dan yardım edebilecek, saklayabilecek bir adres verdiğini de söyledim. Ya kalacak, alınacak, en az üç ay işkence görecektim ya da…

“Eve gelip seninle konuşmak, durumu anlatmak istedim.” dedim, “İçime doğdu sanki evin gözetleniyor olacağı. Ara sokaklardan karşı arsaya geçtim. Tanımadığım üç dört kişi vardı karşı arsanın ucunda. Her halleri bir garipti, kitaplarda betimlenen siyasi polise benziyorlardı. Köşedeki mimozanın arkasına gizlendim, adamları bir süre gözledim. Biri gidip biri geliyordu. ‘Anlaşıldı’ diye düşündüm, gözleniyordum ve bu gece alınacaktım.”

Karım, hayretle baktı yüzüme, “Ya!” dedi, “Bak bu kadarını bilmiyordum.”

“Yani?”

“Seni boşu boşuna suçlayıp durmuşum. Ee, sonra?”

“Cebimdeki para, Ankara’ya yeterdi, maaşı yeni almıştık hatırlarsan. Çok zordu, ama kararımı verdim. Otogarda da olası bekleyenler vardı. Mahalle aralarından Tarsus yoluna çıktım, Adana otobüsüne bindim…”

“Biliyor musun sevgilim” dedi karım, “Akşama gelmedin, ama geceye geleceğini umdum. Ne gece, ne sabah, ne de ertesi gün… Bilmem anlayabiliyor musun, deliye döndük. O akşam baban da gelmişti, ertesi gün hafta tatili ya, anneni götürmek için. Ertesi akşama kadar bekledi, hiçbir şey demeden çekip gittiler.”

“Ne?”

“Sanki başımıza gelenleri baban biliyordu. Pazartesi sabah çıka geldi. Ne komünistliğini bıraktı, ne anarşistliğini, bağırdı çağırdı…”

“…”

“O günden beri kayınbabam adeta düşman kesildi bize. Şurada burada seni ‘evlatlıktan sildiğini’ söylüyormuş…”

“Kardeşlerim?”

“Onlar da kayınbabamdan beter çıktılar, ama Şahin Abi…”

“Hiç kimse sormadı mı sana, bir ihtiyacın falan var mı diye.”

Karımın bakışları bulandı, başını iki yana salladı, önüne baktı, öylece kaldı.

Ne diyebilirim, doluktum kaldım. İçim neredeyse kapkara oldu. Korkuyu anlarım, insana ne yapacağını bilirim. Babam, ‘kurttan korkan koyunun tırnakları sökülünceye kadar kaçtığını’ söylerdi. Doğrudur, ama insanda korku yanında bir de bilinç denen, akıl denen özellik var. ‘Yoksa yanılıyor muyum’ diye düşündüm. Korku için olasıydı bu, ancak bir evlat vardı serde, kardeş, yeğen, torum vardı işin içinde. Duygulanmanın akılla bir ilintisi yoktu, evirip çevirerek bir karara varılamazdı söz gelimi. Oysa aile bireyleri arasında beklenen duygu değil de neydi? Ailenin duygusal temeli sevgi, bağ, korumaydı. Gelenekçi, dindar babama ne olmuş da böyle kendisine yabancılaşmıştı? Suçlu olduğumu varsayalım, ne olursa olsun bu iki kavram sahiplenmeye zorlamaz mıydı babamı? Köyde küsleri barıştıran, her çekişmenin, kavganın arabulucusu olan babama ne olmuştu da torunlarını, gelinini bir çırpıda bir köşeye atıvermişti? Farklı dünya görüşü olamazdı, ara sıra az biraz tartışmaya kadar varan anlaşmazlıklarımızda hiç küsmemişti bana. Diyebilirim ki kendisinden beklemediğim kadar hoş görülüydü de.

Şaban Şimşek

 

 

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler