İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Gecenin karanlığından kurtulmuştu güneş. Yağmur çiseliyordu. Palandöken’in zirvesindeki kar, beyaz bir sevincin gülümsemesiydi. Sokak arasındaki küçük bahçenin bodur kiraz ağacı çiçek açmıştı. Bitişikteki bahçenin ağacındaki tomurcuklar patlamak üzere sabırsızlanıyordu. Karların altındaki şehrin kurtuluş coşkusuydu nisan ve mayıs ayları. Bense bir gece öncesinde okuduğum Halil Cibran’ın, “Çocuğunu kaybetmiş bir ana gibi karların altında oturan şehre bakmak kalbimi kanatıyor…” dizesinin etkisinde Erzurum’a bakıyordum. Erzurum bana bakıyordu. İki sevgili gibi birbirimize bakıyorduk. Erzurum bilge, kadim bir sevgili ben ise onun gölgesindeki bir menekşe misali çaresiz ve toprağa âşık maşuk. Palandöken’in zirvesine sırtımı dönmüş kayak yolundan şehir merkezindeki iş yerime doğru yürüyordum. Bulvarın sağındaki evlerin bahçelerinde ağaçlar sarılmıştı hayata.
Bosna Caddesi’nden aşağıya yürürken her sabah görmeye alışkın olduğum esmer iki şirin kız çocuğuyla yine karşılaştım. Giyimlerinden, konuşmalarından Suriyeli mülteci oldukları belli olan kızlar çorapsız yırtık terliklerini sürükleyerek semtteki bakkal ve dükkânlara girip sadaka istiyorlardı. Çalıştığım restoranın günlük sebze siparişini vermek için girdiğim manavın kapısından biraz sonra Suriyeli iki kız girdi. Manavın ortaklarından Salih, kirli sakalıyla tezgâhın başında müşteri yemek firmalarının sebze ağırlıklı siparişlerini hesap defterine yazıyordu. Müşteri olmadığı vakitlerde ise duvara astığı musafı indirir, Kıbleye dönerek Kur’an-ı Kerim okurdu.
Kapının ağzındaki tezgâhta hesap yazmakla, diğer taraftan çalışanlarına sipariş talimatı vermekle meşgul olan Salih, dilenci çocukları görmezden geldi. Kasap kedisi gibi sessizce içeride bir süre bekleyip manavın kendilerini görmesini bekleyen kızlardan birisi kırık Türkçesiyle, “Abi Allah rızası için bize çilek ver’ diye söylendi. Yaptığı işte yoğunlaştığından dilenci kızların varlığını fark etmeyen Salih, her zamanki gibi bağırarak konuşuyordu. Kızları fark eden Salih, müşterilerine takındığı sahte nezaketi bir kenara bıraktı. Celallenen Salih, “Hadi dışarı… Hadi, hadi…” diye kızların çilek isteğini duymazdan gelerek kovmaya çalıştı. Kızlar, dilenciliğin verdiği yüzsüzlük ve çocukluklarının fıtri gereği olarak isteklerinde ısrarcıydılar. Manav Salih, bakışlarını bana doğru çevirip, “Nedir arkadaş bu Suriyelilerden çektiğim. Her sabah gelip çilek, elma, portakal o gün kapı önündeki tezgâhta hangi meyve varsa ondan istiyorlar. Polis, zabıta bunlarla baş edemiyor. Bunlar Suriye’nin dilencileri. Zenginleri İstanbul’da Antalya’da. Bize ise dilencileri geliyor. Valla bize de bu çocuklara da çok yazık.” dedi. Kendisini destekleyen bir çift söz etmeme bekledi. Sorgulayan, alaycı bakışlarımdan başka cevap alamayan manav, dilenci kızlara dönerek, “Siz hala burada mısınız? Çıkın gidin!” diyerek önündeki tezgâhta duran çileklerden iki adet alıp kızlara uzattı. Çileklerini alan kızlar, fazladan iki çilek daha isteyince manav Salih hırçınlaşarak, “Defolun! Arkadaş bunlar nasıl insan? Bu kadar nasıl yüzsüz olabilirler? Çıkın gidin, bir daha gelirseniz polis çağıracağım!” diyerek kızları kovdu.
İşyerinin siparişlerini Salih’e yazdırıp, bir kilo çilek aldım. Elimde naylon poşetle dışarı çıktım. Çise durmuştu. Taze bahar kokusu vardı havada. Palandöken’den tatlı ve serin bir esinti şehre hâkim olmuştu. Suriyeli kızlar çorapsız terlikleriyle bitişikteki metruk binanın önünde durmuş, gelip geçenden kınalı elleriyle para dileniyordu.
Kızlara gülümseyerek yaklaşıp, “Kızlar manav amcanız size kızdığı için üzülmüş. Gönlünüzü almak için size bu çileği gönderdi. ” dedim. Kızlar yine birbirlerine sorgulayan, şüpheci gözle baktılar. Aralarında Arapça kısa bir şey konuştuktan sonra, “Teşekkür” deyip elimden hızla çilek poşetini aldılar. Kızlara, “Söylemeyi unuttum, manav amcanızın sizden bir ricası var. Bir daha manava girmeyin. Sizi öyle görünce üzülüyormuş. İşleri iyi gitmediği için de size istediniz kadar çilek veremiyormuş.” yalanını uydurdum. Aleni yapılan iyiliğin aleni yapılan çirkinlikten kötü olduğu düşüncesiyle oradan uzaklaştım. Arkama dönüp baktığımda kızlar çileği neşe içerisinde ağızlarına götürüyordu. Çilek kokulu bir sabahta ülkesinden savaş nedeniyle kaçmış bu kadim toprakların çocuklarına daha fazla yardımcı olamamanın ezikliğiyle, usulca “hoşça kalın” dedim. Yağmur yeniden çiselemeye başladı.
Orhan Yıldırım