0

 

 

Bulanık düş ile uyanıklık arasında geçen gecenin sabahında gözlerim fal taşı gibi açılıverdi birden. Nedense kuş tüyü şiltelerde uyumuş ve dinlenmişçesine hafif hissediyordum kendimi. Güneşin ilk ışıkları ufku belli belirsiz ağartırken; kıyıda kırbaç gibi şaklayan köpüklü suların sesine yönelen martılar, loşlukta süzülerek tadını çıkarıyordu İstanbul baharının. Denizi döverek geçen geminin tiz düdüğü, sessizliği sarsan tren, kırpışan ışıkların ardına çekilen kentin yeni bir güne uyanışının habercisi gibiydi. Derinden yankılanarak gelen titrek, tatsız, kızgın bir renge çalan sese kulak veriyorum. Bu buyurgan sesin sahibi Füreyya Sultan olmalı. Saraylı olmanın verdiği tatlı şımarıklık ve zenginliğin gücü ara ara nüksederdi sabahları.  Aslında her zaman masum ve utangaçtır bakışları. Gözbebeklerine düşen hüzünle kirpiklerinin arasında bir ıslaklık vardır daima. Yaşlı yüreğimize taze heyecanlar katan Ferahnur Hemşire sıcak ve dostça gülümsemesiyle şimdi sakinleştirir onu…

 Odalardan yükselen hırıltılı ve iniltili seslere; telaşlı birkaç adım, açılıp kapanan kapılar, yumuşak terliklerin çıplak döşemede çıkardığı ses karıştı sonra da dalgalanan denizlerin sükûnetine benzer bir dinginlik hâkim oldu. Tekerlekli sandalyeme zorlukla da olsa oturdum. Doğan güneşin kızıllığını yakından seyretmek ve boğazın mor güzeli erguvanların kokusunu hissetmekiçin pencereye doğru yaklaştım.Düşüncelerim akıp gitti yakın geçmişime doğru elimde olmadan…

Değerlerin birer birer yitirildiği, günden güne yozlaştığı, vefasızlığın arttığı ortamdan kaçıp buraya sığındığım günü anımsadım. Karanlık bulutların afakı sardığı, tüm güzelliklerin, iyi hasletlerin sisler altında kaldığı zamanlardı. Her şey o kadar kırılgandı ki neye elinizi atsanız kulpu elinizde kalıyordu. Teknoloji insanları sadece esir alsa iyi mekanikleştirip yalnızlaştırıyordu da. Kimsenin kimseye ayıracak vakti yok… Eski çamlar bardak olmuş hakikaten. Siyah-beyaz film tadında yaşanmış hayatlar, ufukların çok ötesinde… Üzerlerine ipek şal serilmiş gibi flu artık…

Cama aniden çarpan bir cismin çıkarttığı sesle sıyrılıyorum düşüncelerimden. İçimden bir ürküntü yükseliyor, korkuyorum. O da ne? Küçücük bir serçe… Çivisi çıkmış bu dünyanın kahrını çekemeyip huzurevine mi sığınmak istemişti yoksa? Kanatları düşmüş, kafası önde suç işlemiş çocuk misali ona uzanacak sıcacık bir dost eli arar gibiydi. Oda açtı sanırım benim gibi sevgiye, ilgiye, şefkate… Tıkırtımı duyunca huzursuz bir şekilde kafasını kaldırdı. Gözlerini gözlerimden kaçırmadan bir süre baktı. Hayret sakınmamıştı, zarar gelmeyeceğini anlamıştı pamuk ninesinden. Birbirimizin içini okumuştuk adeta.

Birden canlandı. Kanatlarını açmaya çalıştı ama nafile. Boş gözlerle etrafını süzdü. Birkaç kez kafasını yukarı kaldırmaya hamletti. Gagasını bir şey söyleyecek gibi açtı, kapattı. Demir leblebi yutmuş gibi yutkundu. Gözlerinin bebeği büyüdü, kafasını kanatlarının altına soktu, titredi. Yatağında uyuyan bir bebek gibi bıraktı kendini sığ soğuğa… Güneşi harelenmiş, nefesi boğulmuştu. Pencereyi açıp incitmeden bu minik yüreği avucuma aldım.  Şefkatle defalarca öptüm… Öptüm…

Geçmişimin sedef kakmalı muhafazası aralanıp sevdiklerimin hayali düştü zihnime. Heybetli, otoriter görünüşüne rağmen pamuk şekeri gibi yumuşak kalpli babacığımın, saçlarına erkenden kır düşmüş, el ve ayakları romatizmalı anneciğimin sureti geldi gözlerimin önüne…

Ya çocukluğum? Ağzımda emzik, gözümde yaş vardı hep. Ailemin sarı şekeri, torunların hası, bez Elif’imin ablasıydım. Gülünce yüzümde güller açar, bülbüller şakırdı yanaklarımda. Saçlarımı kelebekler okşardı…

Yürüdüm, büyüdüm. Okullu oldum. Heidi’yle, Peter’le dağlarda keçi otlattım, Clara yürüyemiyor diye çok ağladım. Kırmızı Başlıklı Kız’la arkadaşlık yaptım. Ormanda büyükannesine çiçek topladım, Hansel veGratel’le çikolatalı, pastalı eve gittim. Ayşegül’ün tatil yaptığı deniz kıyısında tanıdım onu. Birlikte birkaç kitap okudum. Cin Ali’yle kitap değiştirdim. Sindirella’nın saçlarına tutunup kuleye tırmandım. Külkedisi, oduncunun çocukları, üvey babanın oğlu hepsi benim arkadaşımdı.  Öbürkülerini hatırlayamadım, affetsinler beni…

Orta, lise, yüksekokul derken ben bir sağlıkçıydım artık. Her gün heyecanla uyanırdım. Aynalara baktığımda kocaman bir gülücükle karşılaşır, gözlerim denizci feneri gibi ışıldardı saadetten. Kalbim kelebek çırpınışlarıyla atar, ayaklarım benden önce koşardı işime…

Güneşli, ılık bir bahar sabahı gözlerimde şimşekler çaktı aniden.  Yıldızlar uçuştu, kalbim gökyüzünde pike yaparak uçan alıcı kuşlar gibi hareketlendi. Sevgili doktorumla göz göze geldik. Ruh ikizimi bulmuştum artık. Mutlulukla, sevgiyle harmanlanmış, demlenmiş evliliğimizi varlığıyla zenginleştiren iki evladımız daha da perçinlemişti…

Anadolu’nun en ücra köşelerinde; hiç eksilmeyen hizmet aşkıyla, epey süre görev yapmış, çocuklarımızın tahsili için İstanbul’a tayinimizi aldırmıştık. Okuyup mesleklerini eline alan uçtu yuvadan. Yalnız kalan ikiz yürek hayata aynı pencereden bakmaya, gururlu bir şekilde yaşamaya devam ettik.

Bir gece ansızın yüreğim mengene gibi sıkılmaya başladı, semadaki yarım ay kayboldu. Yıldızlar yağı bitmiş kandil gibi söndü. Hayatımın nuru, sevgili doktorum; beni şimdi uzaklardaki(!) çocuklarımla birlikte boynu bükük, gözü yaşlı, mutsuz bırakıp ahirete göçtü. Güneşim onunla birlikte sönmüş, zifiri karanlık gönlümü esir almıştı. Pencerenin önündeki öksüz menekşeleriyle dertleşmek onunla dertleşmek gibiydi…

Yıllar bana hiç de dost davranmadı, nüfus kâğıdım eskiyiverdi birden. Önce bacaklarımın tokatları kesildi sonra da yerimden kalkamamaya başladım. Yapayalnızdım… Çocuklarım her zaman meşgul, torunlarım ise havaiydi…

Şimdi boğazın en güzel yerinde bulunan huzurevinin misafiri, 12 no’lu odanın sahibesiyim. Hay Allah! Neler neler anımsattın bana ilahi minik serçe. Ben aşağı inemem ama beyaz meleğimden seni bahçenin en güzel köşesine gömmesini isteyeceğim…

Toparlandım, başucumdaki sevgililerime her sabahki gibi seslendim. “Günaydın, mutlu sabahlar!” Doktorum karşımdaydı ve bana gülümsüyordu. Özlemle saçlarını okşadım. Sevgi ve hasretle bir öpücük kondurdum yanağına…

Her sabah olduğu gibi bana sesleniyordu yine:

“Hadi! Gel artık sevgilim! Buralar sensiz çok ıssız ve yavan…”

 

 Fatma Türkdoğan

 

 

 

 

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler