İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Her sabah ezan sesiyle uyanırdı. Duş alıp tıraş olur, dişlerini fırçalardı. Akşamdan özenle ütüleyip gardıroba koyduğu takım elbisesini giyerdi. Haftanın her günü farklı rengi tercih ederdi. Pazartesi gri, salı mavi, çarşamba su yeşili, perşembe kahverengi, cuma bordo giyerdi. Cumartesi beyaz, pazar siyah…
Kravat rengi hiç değişmezdi, hep kırmızıydı. Takım elbisesinin rengine uyumlu çizgileri olurdu. Gömlek tercihi ise sadece beyazdı.
Tek başına yaşardı. Günlerden maviydi. Bugün bir başka özenerek giyindi sanki randevusu varmış gibi. Bir heyecan belirmişti simasında. Son olarak çantasını kontrol edip çaydan bir yudum daha aldı. Masayı toparlayıp kapıdan çıktı, asansör düğmesine bastı. Kolundaki baba yadigârı saatte baktı. Asansör on ikinci kattan aşağı doğru ilerlerken çok derin bir düşünce beynini tırmaladı.
“Bugün gelmezse!” diye düşündü.
Çok korkunç olurdu. Aylardır peşindeydi. Her şeyi bugüne göre ayarlamıştı. “Gözleri öyle güzeldi ki bu gözleri görmeyen yaşadım dememeli. Şen şakrak hayat dolu, insanın ömrü böylesiyle geçmeli.” diye geçirdi zihninden
Dışarı adımını atarken yüzünü yalayan soğuk hava dalgası bile heyecanını dindirmemişti.
Birden panikledi.
Siyah eldivenlerini takmamıştı. Çantasının yan bölmesini açınca derin bir of çekti. Tekrar yukarı çıkması gerekseydi bütün planları yerle bir olurdu. Çantasından eldivenleri çıkarıp ellerine acele bir şekilde taktı.
Çok titizdi bir dakika geç ya da erken olmamalıydı. Herhangi bir aksiliğe yer yoktu.
Oluyordu hâliyle… En çok mutsuz olduğu anlardı hayatındaki zaman kayıpları. Aşamıyordu bir türlü ama iyice azaltmıştı.
Otobüs durağına yaklaşınca birden irkildi, o yoktu.
Soğuk kış gününün sert soğuğu yüzünde parçalanmıştı, kızardı terden sırılsıklam oldu. Sağa baktı, sola baktı olmadı. Bu işi su yeşilline bırakamazdı. “Kocaman bir gün yani yirmi dört saat… Hayır hayır! İmkânsız.” diye geçirdi zihninden.
Evet, göründü nihayet. Yine birbirinden uyumsuz kıyafetiyle çelimsiz duruşuyla karşıdan salınarak geliyordu. “Ahh! O yüzü gözleri ne kadar uyum içinde belki de beni etkileyen bu. İsteğimi bu kadar içimde kabartanda o.” diye geçirdi aklından. Son bir ay içinde haftanın bütün renkleriyle geldi bu durağa. Ölçtü, tarttı, tekrarladı defalarca kafasında kurguladı.
Nihayet geldi otobüs! Her zamanki gibi tıka basa doluydu. Bayan olduğu için ona yer veren oldu, oturur oturmaz cep aynasını çıkarıp peçeteyle akan rimelini sildi. Aynasını çantasına bırakıp dokunmatik büyük ekran cep telefonunu çıkardı. Sosyal paylaşım sitelerini dolaşmaya başladı, büyük ihtimalle baştan çıkaran mesajları okuyordu. Yüzüne hınzır bir gülüş yayıldı. Dudakları gerildi, kırmızı ruju mora döndü. Sessizce kadını izleyen adamın içinde fırtınalar kopuyordu. Bir ara kravatını gevşetecek oldu tekrar vazgeçti, görüntüsü ya bozulursa…
Otobüs tarihi yapıların iç içe geçtiği bölgede durdu, önce kadın indi sonra adam. Kadını takip ediyordu yine her zamanki gibi. Nereden geçer, kaç dakikada geçer ya da ne kadar geç kalır, bazen yavaşlar nerede yavaşlar hepsini ezberlemişti.
Çantasını açıp spreyi çıkardı. Tam tarihi alt geçide girerken bayıltıcı spreyi sıktı. Kadın hemen kollarına düşüvermişti. Alt geçidin üst tarafında tutuğu tek odaya giden yol oldukça ıssızdı. Kucaklayıp yokuşu tırmandı. Karşıdan gelen yaşlı adamın dikkatini çekmemek için elinden geleni yapıyordu. Adam gözünün önünü görecek durumda değildi. Kolundaki çantasının ağırlığıyla yalpalıyordu. Nihayet evin kapısına vardı. Kucağındaki kadını düşürmeden cebine elini attı. Nihayet anahtarı almayı başardı. İçeri girdi, kadını itinayla kanepeye uzattı. Dijital müzik kutusundan, “Barbara Bonny” açtı. Mozart’ın ölümsüz eserleriyle müthiş sesi bütünleşmişti.
“Ach, Ich Fühl’s” Wolfgang Amadeus Mozart”
Usulca yanına uzandı, yüzünü incelemeye koyuldu. Sevgilisinin terk ederken söylediği sözler içinde yankılanıyordu. O kadar aşağılamıştı ki… Üstelik giderken duvardaki bütün tabloları eğip kıyafet dolabını dağıtıp gitmişti. Bu sevgilisine benzeyen beşinci kurbandı. Üstelik onun kadarda dağınıktı. Ellerini saçına götürdü, usulca okşadı. Müziğin sesi iyice kulağına dolmuştu. Bütün hayatı gözlerinin önünde geçti, oysa onunla bir ömür paylaşacaktı…
Yavaş yavaş kendine geldiğini görünce hemen yerinden fırladı. Çantasındaki ipi kaptığı gibi bağırmasına fırsat vermeden boğdu. Müzik en hüzünlü tınısıyla devam ediyordu. Pantolonun kırışmasına aldırmadan olduğu yere çöktü, çocuk gibi ağlamaya başladı. Kolları yana savruldu, terden sırılsıklam olmuştu. Derin bir of çekip öylece bayıldı, kaldı. Kim bilir kaç renk cinayet işleyecekti daha…
Kazım Demir