İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
“Bir bilet,” diyor, “lütfen,” tombulcana bir kız, “önlerden olsun. Varsa cam kenarı.” Parayı uzatırken al yanakları azıcık daha kızarıyor nedense. Belki de bakışlarımdan. Koyu renk, ince pardösüsü aralanınca hamile olduğunu anlıyorum. Daha çocuk yaşta.
“Bana da,” diyorum, ‘iki,’ diye eklememek için kendimi tutuyorum. Anne adayının arkasından bakarken omzundan sarkan uzun saplı çantasında gözlerim salınıyor. Açık sarı, torbamsı çantayı savura savura çıkış kapısına yaklaşırken mor çizgili, siyah pardösü sarmalasa da üzgün gönlünü gizleyemiyor.
Gişeden soruyorlarmış: “Yirmi dokuz… ya da altıyı verebilirim.”
“Altı,” diye atılıyorum. Yirmi dokuz da nereden çıktı, ‘lütfen,’i unutturuyordu. Deli mi ne!! Yapmacık gülümsüyorum, “Önlerden olsun.”
Cüzdanımı cebime koyarken yüreğimin hızlı attığını ellerim de duyuyor, oysa aşırı duygulanmaktan kaçınmalıyım. Elimde değil, içim ılındı. Coşkulanacak gibiyim. Sanki ona gidiyorum. Ama sonra yine aynı acı ağır basacak, biliyorum.
Pencereden bitişiğimizdeki otobüsü gözlüyorum: Kim uğurlamaya gelmiş, kim yolcu; esenlik dilekleri arasında çözmeye çalıştım, iki kişide yanıldım. Olsun, çoğunu bildim. Bu oyun, nereye gittiğine bakmadığım, plakası kırk üç ile başlayan çift katlı otobüs kalkınca bitti. Oyalanacak başka bir şey bulmalıyım?
Ayva, armut… evet ahlat, ananas, avokado, ahududu… Başka?.. Başka?..
Artık biz de kalksak… Yanım, bir de arkalarda üç koltuk boş.
İçeriden dışarıya, dışarıdan içeriye beklentilerle el sallanıyor. Kimin eli üzüntülü, kimin gözü özlem dolu, bilsem ne olacak: Kendime yandaş bulacağım belki.
Karanlığın çökmesi iyi oldu. Limoni havadan kurtuldum, artık ister yağsın ister yağmasın… Bu ne biçim temmuz! Düşen damlacıkları arya gibi dinlediğim geçen kasım ortalarındaki yolculuğumu anımsıyorum: tıp! tıp! tıp! Çoğu kez ilkleri iridir; seyrek seyrek… Telefondaki ayak seslerini dinler gibi şu an başlayan yağmuru da içime çeke çeke dinliyorum. Tek değişiklik bu kez aryaya kanun sesleri eşlik ediyor.
Yaz yağmuru işte, tadını damağımda bıraktı. Bıraktı da seni kesinlikle bağışlamam temmuz, sevinme.
“Sayın yolcularımız…” Bu duyuru beni bir karabasandan çekip alıyor. Uyanmak güzel şeymiş. Oturur oturmaz içimin geçmesi doğal. Deliksiz bir uyku günün yorgunluğunu giderebilirdi, olmadı.
Otogardan sarsılarak çıkarken içerinin ışıklarını güçlendirdiler.
Sorunca, ‘kahve,’ diyeceğim.
“Teşekkür ederim, şeker istemem.”
Başımı cama yaslıyorum. Elektrik direkleri peş peşe kayıyor. Yerleşim bölgesinden geçtiğimiz kesin de burası…sanırım? Bayraklı yapı okul olmalı. Arkasında yükselen karaltı da minare… Bitti!.. Tam üç buçuk dakika sürdü. Gaz pedalına böyle basılırsa başka ne olacaktı! İşin doğrusu basmasa da bilemeyecektim ya.
Yine saat tuttum, burası daha küçük bir yer. Azıcık da hızlı geçtik belki o yüzden çabuk bitti. Elim yan koltuğun kadifesini okşuyormuş, oysa o ara üst geçidin yüksekliğini kestirmeye çalışıyordum.
Perdeyi açıyorum. Yansıyan ışığımızda kara bir çit dalgalanıyor. Çalıymış, çitmiş, bağmış, bahçeymiş; bunları bıraksam… Uyumalıyım. Karabasanlardan korksam da…
Motorun tekdüze uğultusu ninnimsi bir ezgiye dönüştü. Başım camda titredikçe bu iş kolaylaşacak. Yarını düşün, geleceğini… Dinç olmak zorundasın. Kendini uykunun kollarına bırak. Aylardır hazırlanıyorsun, gevşe. Olmak ya da olmamak; eşittir; uyumak ya da uyumamak… Karanlıkla baş başayken başarmalısın. Önümüzde aşacağımız dağ var, tam sırası. Kim bilir kaç kilometre sürecek; bellerden geçeceğiz. Koltuğun arkalığını azıcık daha yatırsam.
‘Kırk beş dakikamız kaldı, nereye gitti! Gideceğini söylemeden, birden bire… Hiç yapmazdı. Çantası? Bıraktıysa nerede? Bana bıraksa bilmez miyim? Yanına almış olmalı. Niye! Çık gel; ne olur… Otobüsü kaçıracağız. Bu sonmuş. Nasıl, nerede konaklarız; burayı da hiç bilmiyorum. Doğrudan doğruya gidecek otobüs bulabilseydik bunlar başımıza gelmezdi. Üstelik yarın senin o çok önemli—A, a!! Ne aptalım! Cep telefonu ne güne duruyor!! Bir tanem… Nerelerdesin? Alo… Çekmiyor mu! Şimdi duyuyorum. Kesik kesik geliyor ama olsun. Azıcık yüksek sesle konuşsan… Terminalin neresinde? Anladım, karşıdasın! Bahçesinde şadırvan olan yer. Çay ocağının önündeki masa. Bana da söyle, açık olsun. Bir koşu oradayım. Kalabalık da olsa bulurum. Bulurum, bulurum; endişelenme. Kapıya bak, beni görünce elini kaldır. Biletleri alıp geleyim ayak bağı olmasın. Simit, poğaça bulursam—Sonra mı alayım? Neyi sonra, ne sonrası?! Nasıl olur! Ya, yer kalmazsa? Ya, yan yana bulamazsak! Bir bilet mi?! Anlamadım, hiçbir şey anlamadım?! Ne demek bir bilet! Sana mı, bana mı bir? Biz iki kişiyiz! Gelmeyecek misin, gitmeyecek miyim? Bilmece gibi konuşma. Hangimizden söz ediyorsun? Şaka yapmazdın, yapılmasını da istemezdin; ne oldu bu akşam sana?! Söyle ne oldu sana!’ Neyse ki uyanıyorum. Yeniden dalarım diye ödüm kopuyor çünkü düşün sonunu biliyorum. Koltuğumu dikleştirmeliyim.
Sola dönüş sinyalimiz göz kırpıyor. Karşıdan gelen aracın geçmesini bekliyoruz; uzunmuş… Ana yola çıkarken kaykılıyorum, far ışıkları üstüme üstüme geliyor; ne de olsa can tatlı… Oysa otobüse binerken?!. Değişiveriyorum işte. Acıya dayanıklı olanlara özenmem boşuna değil.
Şimdi yine deneyecek, bizi sollayamadı gitti. Sanki direksiyondayım; her dönemeçte, her fren yapışında uyuyormuşum da birden uyanıyormuşum! Kendimi bildim bileli önlerde oturmazdım! Sonunda geçebildi. Altmış yazıyor… Neresi ki?
Elim her nasılsa yine bitişik koltuğun başlığındaymış, çekiyorum. Midem bir yanıyor, bir yanıyor! İki elimi olanca gücümle karnıma bastırıyorum. Az önce yediğim bazlamadan olmalı. Uyku versin diye tıka basa yersen! Ayran üstüne ayran da çabası.
Şimdi de buruntu! Bunlar hep uykuya direnmekten. Bundan sonra durursa inmeyeceğim. Yolculukta yeme içme isteği artıyor nedense.
Gözlerim karşıdaki fosforlu saatte. Dünyanın yolu, bir de bu işin yarını var. Gerçi şu an yarındayız ya: 00.09… Arkalığı iyice yatırıyorum.
Savrulur gibi olunca sıçradım. Ne güzel, tam deliksiz uyuyordum. Traktörü sollarken tozu dumana kattık; son anda görmüş olmalı. Başımı arkalığa yaslıyorum. Gözlerimi kapatsam da kapatmasam da yolu değil otobüsün içini görüyorum: Kâğıt bardakta kolalar. Tokuşturuyoruz. Kendini tutamayıp gülümsüyor. Bardağı yeniden kaldıracak oluyorum, ‘Bira mı ki bu,’ diyor , ‘yapma, bakıyorlar.’
‘Kâğıttan da, camdan da olsa; içi boş da, dolu da olsa; boş ver,’ diyorum, ‘sağlığına diyebilmek için yaptım, bana ne!’ Şımarıklık konumuna geçmek üzereyim… ‘Bana ne,’ derken çocukken sevdiklerime yaptığım gibi peş peşe iki kez omuz silkiyorum.
‘Gidiş dönüş alsaydın, indirimli olurdu,’ diyor, yüzü ne çabuk asıldı.
‘Senin gibi tutumlusunu da görmedim,’ diyorum, gülsün istiyorum.
Yalandan çıkıştığımı bilmesine karşın beni yine de yatıştırmak istiyor: ‘Kazanması kolay mı?’ Sesi öyle ılık ki…
‘Doğru; zor… Çok zor… Sen hep doğruları söylersin, sen hep doğrusun. Ben de sana hep doğruyu, doğruları söyleyeceğime ilk günden söz vermiştim, sonuna dek sözüm söz!’
‘Yanlış anlama,’ diyor; bunu da, ‘Boş ver,’ gibi sık kullanır. Yersiz bulduğum anlar oluyor ama ne olur ne olmaz gücenir diye uyarmayı düşünmüyorum; uyarmam doğru da olsa, doğruları söyleyeceğime söz vermiş de olsam, ona kıyamam.
Uyumamalıymışım, şimdi çok daha iyi anladım: Başucumdaki görevli elini uzatmıştı; ben de ona para veriyordum. Bindiğimden bu yana gördüğüm kaçıncı biletçi bu: ‘Nereye?’diye soruyor üsteleye üsteleye. ‘Nereye?’
Suskunluğumu bozup, ‘Sona,’ diyorum.
Omuz silkiyor; ‘Son diye bir yer yok! Trabzon, Adana… Sonra İstanbul, Konya, Mersin… Daha sayayım mı? ’ Kararlı bakışlarımdan olmalı, ‘Son diye bir yer varsa da oraya otobüsümüz yok,’ deyip alttan alıyor.
Başka bir terminal, başka bir gişe… Yazlık mı, kışlık mı giyinmişim, seçemiyorum. Beni görür görmez ak saçlı görevli kaygıyla koltuğundan kaçar gibi kalkıyor, yerine şişmancana bir delikanlı geçiyor; ‘Tekirdağ,’ diyor, cılız sesini görünüşüyle örtüştüremiyorum; ‘Manisa, Çanakkale, İzmir,’ çalımla gülümsüyor, ‘Bey amca yufka yüreklidir, sana acıdı mı ne! Bizim her yere otobüsümüz var.’
‘Buraya da her yerden var mı?’
‘Buraya da neresi?’ Anlık şaşkınlığını atıp arkasındaki haritaya dönüyor, ‘Gel göster,’ diyor,’ ben de dalga geçmesini bilirim! Öbür gişedeki kankamdır, anlattı; deli etmişsin oğlanı. Senin gibi kaç şarlatanın üstesinden gelmişimdir, ben ona benzemem. Gördüğün her düşün devamını bildiğini söylüyormuşsun; hadi oradan! Sana öyle bir düş gördürürüm ki bilebilirsen bil bakalım devamını !’
‘Lütfen,’ diyorum, ‘yanlış anlamayın. Ben kankanıza yalnızca düşün neresinde uyanırsam uyanayım—Korkarım yine yanlış anlayacak, en iyisi konuyu değiştirip onu yatıştırmak. Yanıtını önemsiyormuşçasına soruyorum: ‘Neden hiç bayan görevliniz yok, gece diye mi?’ Gözüm bitişik pencereye kayıyor; yanılmışım, varmış.
‘Gelin, bana gelin,’ diyor hanımefendi, göz göze gelmemizle, ‘onunla uzlaşamazsınız, Nuh der peygamber demez.’
Gidiyorum.
‘Nereye keseyim? Yani hangi ile, ilçeye? Nazilli, Aydın, ya da—’
Sevecen görünüyor. ‘O’na!’ diyorum.
‘Kime demedim ki,’ diye anında tersliyor.
‘Lütfen,’ diyorum, ‘kırıcı olmayalım. Hiç değilse siz…’
‘Tamam tamam, uzatmayın.’ Bir yandan mavi boncuklu kolyesini düğümleyerek kısaltmaya çalışıyor, ‘Haydi söyleyin, nereye?’
‘O’na dedim ya…’
Bakışları dikleşiyor; köpürdü köpürecek… Öfkesi dinsin istiyorum. Azıcık duyarlılaşır belki; ‘ Gidiş dönüş almalıydık; almadık işte, ne yapalım,’ diyorum.
‘Sakın ağlamaya kalkışmayın,’ eli gevşeyen saç tokasında , ‘tiksinirim.’
‘Nereden çıkardınız hanımefendi,’ sesimi yükseltiyorum, ‘karşınızda dimdik ayaktayım. Otobüste değilim ki kendimi tutayım. Hem tiksinecek ne var bunda?’ Cam bölmeye eğilip fısıldıyorum; ‘Durumun inceliğini bir bilseniz… Sessizdi, içliydi… Öyle özledim ki… Duyduğumda Antalya’daydım. Bugün onun—’
‘Kime, nereye bilet alacaksanız derdinizi ona anlatın. Sizinle uğraşamam! Evde beş çocuk hepsi de yedi yaşın altında.’
Makineli tüfekle tarıyorum: ‘Çocuklarınızla şu an kocanız mı ilgileniyor? Ayrıca gecenin bu saatinde bir bilet gişesi için bence çok gösterişlisiniz. Kolyenize bayıldım; mavi mavi, ama inanın öğrenmek istiyorum, hiç yararını gördünüz mü?’
‘Terbiyesiz!’
‘Lütfen… Ciddiyim… Diyorum ki o boncuklar bugüne dek hiç işe yaradı mı?’
‘Sandığımdan daha yüzsüzmüşsünüz! Olup biteni kocama yetiştireceğim için şimdiden özür dilerim. Buçukta yerime geçecek. Koskoca bir firmanın görevlisini hafife almak neymiş görürsünüz! Görümcemi arayacaktım, geç kaldım, yatmıştır belki de. Çabuk çekilin kenara! Haydi… Küstah!’
Uyuyunca insanın başına neler geliyor! Başım pencereye dayalı, kedi gibi kamburlaşıp büzülmüşüm; ellerim karnımda kenetli… Beş çocukla uğraşırken o denli süslenebilmesine şaşmıyorum çünkü gördüklerim gerçek değil. Sözümü kesmesine de içerlemiyorum, nasıl olsa tamamlamaya dilim varmayacaktı; bir türlü konduramıyorum çünkü. Beni yanlış anladı, azarladı; ben de ağzının payını verdim, hepsi bu; üstelik bunlar bir düşte yaşandı bitti, boş ver… Ancak bundan sonra uyku kesinlikle yasak! Uyumazsam, tam tersine daha güçlü, daha diri kalacağım. Boynunda üç sıra dolandırdığı kolyeyi, ışıltılı tokayı, yakasındaki takıları unut; düğümlerse düğümlesin, oynarsa oynasın derken, daha gözkapaklarım düşmeden yine karşımda o; arka camda: ‘Kocamla karşılaşmadığınıza sevinin,’ diye sesleniyor, bakışları kayıtsız. Neyse ki kucağındaki beş güleç çocuk öyle içten el sallıyor ki uyandığım için ilk kez yeriniyorum. Otobüsümüz ağır ağır uzaklaşırken arkamdaki terminal de giderek silikleşiyor.
Büyücek bir otogara giriyoruz. Bir öncekinden daha ışıklı. İçim açılıyor. Duyurulara kulak veriyorum: Rize’ye gidecek yolcular… Sivas otobüsünün kalkmasına…
Kargaşaya, gürültüye tam alışmışken yine sessizliğin tutsağı oluyorum. Kendimle baş başa kalmamak için B’den başlayarak illeri sıralayacağım: Balıkesir, Burdur, Bilecik… C’den… C’den? Bulamayınca D’ ye geçiyorum: Denizli, Diyarbakır… Erzurum, Eskişehir… Fatsa… Fransa… Çağrışım yanılttı işte. Olmadı! Biri ülke, öbürü ilçe. F’de takılıp kalınca oyunun tadı kaçtı.
Peki ya bu da mı oyun:
‘Hani hiç gözlüğünü çıkarmayacaktın?’
‘Gözümde ya, o gördüğün düş.’
‘Ama araba kullanıyordun o an, o da mı düş?!’
‘Yo, o gerçek…’
‘Demek gördüğümün yarısı gerçek, yarısı düş…’
‘Evet, öyle… Tam tamına, yarı yarıya…’ Anlamadığımı sezmiş olmalı? Gözlerini kaçırarak vurguluyor, ‘Tıpa tıp öyle,’ sonra bana dönüyor: ‘Taktığım nazarlık duruyor mu?’ Sesi yine cana yakın, kesinlikle sorgular gibi değil ama bende bu soru niye öyle bir kuşkuya neden oldu?
‘Durmaz olur mu!’ diye atılıyorum. Sonra suçlu gibi başımı öne eğip ekliyorum , ‘Bir sabah kopmuştu ya, ilk işim onu arayıp bulmak oldu. Arabanın onarımı biter bitmez, o akşam yine aynı yere, dikiz aynasına bağladım. Bir görsen, dönemeçlerde mavi mavi öyle güzel sallanıyor ki… Arada bir öpüyorum, yumuşacık. Korkma; ağır ağır giderken ya da durunca; ama hiç kimse görmeden… Okşadıkça fesleğen gibi kokuyor elim… Güneşten solacak diye ödüm kopuyor, önleyemem değil mi?’
‘Araba maraba bunlar yerine gelir; boş ver, sana bir şey olmadı ya.’
‘Olmadı.’
Uyandığımda ışıltılı bir tünelden geçiyormuşuz. Gözlerim nemlenmiş; sileceğim de anlamalarını istemiyorum, ancak tünel bitecek gibi değil, yol hiç kararmayacak sanki. Elimle terimi siler gibi yapıyorum.
Hani ona hep doğruları söyleyecektim? Ama onu üzemem! Ayrıca düşte söylenenler yalandan sayılmaz. Uyanmasaydım belki şöyle diyebilirdim: Kazadan sonra diyemem ama senden sonra başkalaştım.
Gelin dağlar, çukurlar, göller… Bir bir gelin köprüler, gökdelenler… Sorun… Kaç metreyim? Kaç kilometre kareyim? Nerenin başkentiyim? Nerden doğar, nereye akarım?
Geldiler; çöller, vadiler; hepsi geldi, sonunda hepsinden de sıkıldım. Bana ne bilmem nerenin, bilmem neresinin yüksekliğinden, derinliğinden. Ama az önce içim geçerken heceliyordum: sekiz bin sekiz yüz seksen iki metre… Yo, sekiz bin sekiz yüz kırk sekiz… Off… Ölçecek değilim ya! Son anımsadığım bu kararsızlıktı, son görüntü de yüksek bir tepenin sisli doruklarıydı.
Çalışanların hiçbirini gözüm tutmuyor. Hele kasketliyi, hiç. Yardımcısını da! O bitirim patrondan korkulur. Yaygaracı çığırtkan yok mu, herkesi bir yere göndermeye kararlı. Doğrudan doğruya olmazsa aktarmalı. Apar topar, yaka paça. Kesin yollayacak. Gidecek yeri olmayanları bile… Sen Yalova’ya, sen Batman’a. Siz ikiniz birlikte Bursa’ya. Kim bilir, kişi başına kaç para alıyor? Seni akbaba seni.
Çıkışa yaklaşırken öbür gişeden seslenmezler mi: ‘Buyurun! Buyurun!’ Başını daracık pencereden nasıl uzatmış öyle, boynu koptu kopacak… Paranın üstünü verirken yere kapaklanacak sandım, bir çırpıda kuyruğuyla dengesini sağlayıverdi. İlk kez kuyruklu bir insan gördüğüm için ürkmüştüm sonra maymunları düşününce sevimli geldi. Ağzındaki parıltıyı da çözdüm: Köpek dişlerinden biri altın kaplama.
‘Pek alıcı gözle baktınız ,’ diyor.
‘Evet, ama beğenmedim.’
Özgüveni yerinde; ‘Neremi?’
‘Dişlerini…’
‘Hayvan mıyım ben,’ diyor, ‘satın mı alacaksın!’ Yumruk yemeden uyanıyorum.
Düğmeye basıp su isteyeceğim. Koltuğun arkalığıyla oynuyorum, toparlanmalıyım. Yarın, yani bugün… Unutma ki bundan sonraki her dakika yaşamsal önemde. Onca emek boşa mı gidecek! Güne sağlıklı başlamalıyım. Sonuca bu denli yaklaşmışken başaramazsam kendimi bağışlamam. Gerçeklere dala çıka sabahlayacağım. Artık hiç kimse karşımda ete kemiğe bürünemez. En iyisi kitap okumak. Işık?! Arkadakiler! Hepsi derin uykuda. Ama bana kestirmek bile yasak. Az önce öleyazdım. Off… Yarın, yarın, yarın! Usandım!.. Yarını niye bu denli gözümde büyütüyorum ki! Bir tanemin de o gün önemsediği bir yarını vardı, ne oldu! Elim göğsümde; yine küt! küt! Yarınlar bitti… bitti… Su yerine kola mı istesem?
Günün ışımasıyla gelmiş geçmiş bütün gişeler, onlarca görevlisiyle birlikte nasıl türedilerse yine öyle karşımda ağır ağır batıyor. Görmeye çalışsam da artık onları gündüze konumlandıramıyorum; söndüler, kurtuldum.
Küçük bir otogara giriyoruz. Büfeyi görür görmez bu ilçeyi anımsıyorum. Uyuyanları uyandırmamak için fısıldarcasına, “Çaylar bizden,” diyor sürücümüz, gözleri dikiz aynasında, koltuğundan kalkarken ekliyor, “yirmi dakika.”
Çok değil mi! Her saniye burada kaç yıl eder, biliyor musun? Buna can mı dayanır! Bilsen, tam gaz geçerdin yoksa durup dururken elini niye kana bulayasın!
Sürücüye boyun eğmeyeceğim. Durduysa bana ne, inmem. Cama yaslanır beklerim. İki kişi dışında kimse inmedi, öbürleri de inecek gibi değil. Uykularını niye bölsünler! Bana ne gazeteciden, büfeden. Bana ne çorbacıdan. Bana ne simit… simit… simitçi…den…
Simitçi çocuk buralarda mıdır? Beyaz giysili piyangocu uyumamıştır daha? Uyuduysa bile çalar saatin ziliyle kalkıp gelmiştir, terminallerde gün erken başlar. Çevre duvarlarını boyamışlardır, yama yamaydı. Otogarın arkasındaki tek katlı yapı? Pencereleri perdesiz, camları kırık… Çabayla yapılmış, özenle döşenmişti o taş ev. İçinde birkaç ay ya yaşandı ya yaşanmadı. Ne beklentilere gebeydi orası. Hiç değilse yazıhane, bilet satış yeri olarak kullanılsa canlanır belki? Kavşağa da yakın. Çığırtkanlar bağırıyor: Çorlu’ya… Samsun’a… Bir kişi! Kayseri… Kalkıyor… Buçukta Zonguldak. Zonguldak… Zonguldak… Yetişin iller! Bulamıyorum, Zonguldak’ta kaldım. Ne başıboş yirmi dakikaymış, sonlanmayacak mı ne?!
‘Bileti kime aldığınız beni hiç ilgilendirmez,’ diyor, ‘yeter ki siz bastırın parayı.’
Sözcükler beni yüreğimden vuruyor; ‘Lütfen,’ diyorum, soluğum giderek daralıyor, ‘konuşun… konuşun… Sözleriniz beni… Konuşun… Konuşun…’
‘Konuştum ya,’ diyor, ‘bir daha hiç uyanmayacaksınız.’
Seçkin Gündüz