KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Bizim buralarda havalar acayiptir. Kışa ve yaza birden girilir. Kasımda hava soğur, nisanda ısınır. Yani düzgün bir güz yaşanmaz. Ne ilkbahar ne sonbahar yoktur. Hasretizdir ikisine de. Ama bir sene öyle değildi: 1992 senesi. Ben yirmili yaşlarımdaydım. Çekingen bir tipim o zamanlar. Marketten alacağım peyniri bile yarım saatte söylüyorum, çünkü pot kırmamak için yarattığım heyecanda boğuluyor ve ‘peynir’ kelimesini unutuyorum. Karşıdan gelen tanıdığa selam versem mi, yoksa onun vermesini mi beklesem, derdi de vardı. O saniyelerin konuştuğu anlarda, ben saatler atlatıyordum. Aklıma bir sürü soru geliyor, hepsi yanıtsız. Adam yaklaşıyor ve o da benim geldiğimi seziyordu. Sonunda ya salak durumuna düşüyor ya da arkamdan “Ne Efendi çocuk!” dedirtiyordum.
Neyse! Yani kısaca o yıllarda çekingen bir tipim. Her içe dönük olanın bir aşkı vardır dışa açılan, ufuklara sığmayan! Benimde vardı: Süheyla, karşı kapı Hâkim Kadir Beylerin büyük kızı. Çocukluk arkadaşım, gençlik aşkım Süheyla! Başta ona olan hislerimi tek taraflı görüyordum. Çünkü olamazdı. Süheyla diğer mahalleli kızlardan daha güzeldi ve daha yakışıklılara layıktı. Bana değil. Benden biraz daha uzundu. Daha güler yüzlü, konuşkan, sevecen, sıcakkanlı… Ama hayır! Bir pazar sabahı öğrendim ki bana, ona olduğum kadar meftunmuş. Başta şaştım. Parkın ortasında ayakta kalakaldım. Kardeşi Selim ile yollamıştı bu havadisi (Selim sır küpüydü, beni de severdi.). Bende ona karşı olan hislerimi kendime gelince Selim’e fısıldadım. Çocuğun manidar bakışları beni utandırmalıydı normalde. Ama belki de ilk kez o zaman utanmadım. Zafer sarhoşuydum. O kadar çok olmayacağına itimat etmiştim ki bu işin, bu itiraf beni deliye döndürdü, benliğimi unutturdu. Yine bu haber; beni bu sıkıcı Dünya’dan alıp, sadece Süheyla ve benim olduğum bir gezegene ışınlamıştı. Çiçekler, ağaçlar, kuşlar, bulutlar, güneş ve biz… Sadece kendimiz… Çünkü en değerlisi biziz! Ne o her şeye burun kıvıran gıybetçiler, ne de hayatı mahveden siyasiler değerli. Sadece biz. Sadece biz değerliyiz!
Ben bu hülyadan ayıldığımda Selim ortalarda yoktu. Belki de benim de hislerimin ona yönelik olduğunu çoktan Süheyla’ya iletmişti. Bir an onun tepkisini görmek istedim. Normal mi karşılamıştı? Yoksa sevinçten dans mı ediyordu? Belki, az da olsa güzel yüzünü, kara saçlarını görürüm pencereden diye kendi evime yollandım. Koskoca yolda kimseler çıkmadı karşıma. Bir simitçi, bir esnaf o kadar.
Apartmanın önüne gelince yoğun bir kalabalık gördüm, bir ambulans, ağlamalar… Aman Allah’ım birine bir şey mi olmuştu?
Koşarak toplanılan yere geldim. Bir süre kalabalığın dışından, boşlukta bırakılan sedye ile sağlıkçıların, bir de hastanın bulunduğu yeri seyre daldım. Bu arada, ağıtlar yakarak ağlayan tanıdık ses kimindi? Sesi aradım. Kapının oradaydı ve arkası dönüktü. Birden “Süheyla!” diye bir çığlık atarak; Filiz Hanım (Selim ve Süheyla’nın annesi) önünü döndü “Sensiz ben ne yaparım kuzum?”
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Olamazdı, o yerde yatan -belki de- cansız olan beden, tek varlık sebebim Süheyla mıydı? İyi gün dostu olan kalabalığı yararak sedyenin yanına vardım. Bembeyaz entarisi ile öylece yatıyordu Süheyla’m. Bilekleri kesikti. Yüzü bembeyaz kalmış, dudakları kurumuştu. “Allah’ım ne olur ölmüş olmasın!” diye yalvardım.
— Başınız sağ olsun, dedi kendini yerden yere vuran annesine doğru hemşire.
— Kızım, diye haykırarak Süheyla’nın üzerine atıldı Filiz Hanım. Bense öylece kalmıştım. Aynı parktaki gibi. Ama ne yazık ki bu sefer sevinçten değil, ne yazık ki değil! Bende haykırmak, ölene kadar, gözyaşlarımda boğulana kadar ağlamak istiyordum. Ama yapamıyordum. Sadece Süheyla’mın cansız bedenine bakıyordum. Tebessüm eder gibiydi. Sanki bana “Ağlama!” demek ister gibi.
Yıllar geçti Süheyla’m benden ayrılalı. İntihar etmiş meğer. O hayat dolu kız, hayata küsenler gibi intihar etmiş. Ama bana bir mektup bırakmadan da gitmemiş. Bu hikâyemizi yazmadan önce posta ile geldi. Süleymanpaşa’daki yeni evime (Evi değiştirdim. O anılar ile daha fazla o apartmanda barınamazdım.) Filiz Hanım yollamıştı. Kâğıtta şunlar yazılıydı:
“Tek aşkım Sait,
Muhtemelen sen bu satırları okurken ben çoktan kara toprağa kavuşmuş olacağım. Seni ilk tanıdığım o gününden beridir seviyorum. Hani daha ufaktık o zamanlar. Bize misafirliğe gelmiştin annenle. O kadar tatlı ve şapşaldın ki, sana doyum olmaz bir sevgi ile bağlandım o gün. Sana âşık oldum!
Ama sen bana karşı aynı hisleri duymuyormuşsun. Beni arkadaş olarak görüyormuşsun. Hâlbuki Selim’i sana yolladığımda ne kadar da umutluydum senden. Selim seni sevmediğini önceden bana belirtse de o bile üzülmüştü. Ne yapalım? Kader böyle imiş. Selim; “Ben seni seviyorum, başkası sevemez diyor!” Doğru! Beni sen sevmeliydin! Sen de sevmiyorsan, senden başkasının da sevmesini istemiyorum. O yüzden hayatımı, sana karşı olan umudumun sona ermesiyle beraber nihayete erdiriyorum. Elveda, seni hep sevdim, hep de seveceğim!
-Süheyla-”
Gözlerim yaşlarla dolu bitiriyorum bu satırları ve sadece ablasının ölümüne sebep olan Selim’e ise şunu diyebiliyorum:
— Neden Selim, neden?
Deniz Orallı