0

 

 

Bütün gece evin içinde dolanıp durmuştu. Gözleri yağmura gebe bulutlarda çakan alazlı şimşekler gibi pırıltılarla dolup dolup boşalıyordu. Kadim dostlarının merhametine sığındı bir ara, ne biten sigara ne de boşalan kadeh dağıtamıyordu efkârını bu gece… Umutlarını tekrar filizlendirmek istiyordu yüreğinde. İçini kaplayan ılıklık bir müddet sonra yerini keyifsiz saatlere bırakıyordu. Kalbine gömmeye çalıştığı yakın geçmişinin rüyalarında bile deşilmesine rızası yokken gittikçe sislenen hatıralarının içinde kayboldu uzun bir süre… Hava almak için balkona çıktı. Ekim rüzgârı etrafta arsızca dolanıyor; incecik boyunlarını eğmiş kan rengi güllerin, bel büken, gerdan kıran fidanların fısıldaşmalarına neden oluyordu. Sesler arasından biricik kızının haykırışını işitir gibi oldu:

“Babaa! İkinizi de seviyorum babaa!”

Bir an yüzü şefkatle aydınlandı. Rüzgârın esişiyle büyüyüp küçülen gölgeler arasındaki her kıpırtıyı takip etmeye başladı. Kızının orada olmadığını bile bile. Gökyüzünde ay, uzakta yıldızlarlar, koyu karanlık içinde leke gibi duran loş ışık, deli rüzgâr vardı sadece… “Bu bir işaret olmalı, kızımdan bana gelen. Ben de seviyorum kızım ikinizi de!” diye haykırdı. Nidası rüzgârın kulaklarda ıslık çalan sesiyle birlikte boşlukta kaybolup gitti. İşte o an hatalı karar verdiğini anladı…

Demir gibi katı, ölü gibi soğuk yüreği kızının ve sevgili eşinin hasretiyle yandı, kavruldu. Ayakları denizde başıboş çırpınan sandallar gibi tökezledi. İçinden fazlaca gerilmiş kiriş gibi bir şey kopmuştu sanki. Boğazını ölümüne sıkan güce karşılık verememenin acizliği içinde odasına döndü. Gecenin sırdaşlığına sığındığı dakikalarda aile albümlerine baktı tekrar tekrar. Kâh ağlamaklı bir gülüşle, kâh çocuksu bir heyecanla resimler üzerinde gezindi durdu uykuya hasret gözleri. Aradan geçen bunca zamandan sonra, kendine ait hayata el sürmüştü yeniden. İçindeki ben’le vicdan muhasebesi yaptı uzun bir süre. Ağız dalaşına girip en galiz küfürleri savurdu kendine…

“Boş yere ıstırap yarattım… Kahkahalarla şenlenecek yuvamı, kederlerle gözyaşına boğdum. ‘Biz’ olmak için hüzünlü bir sabırla yaklaşan eşimden, öfkeli volkanlar gibi ateş saçarak uzaklaştım. Affet beni aşkım! Biricik kızım! Affedin beni ne olur?”

Gözyaşlarının sükûnetine sığındı bir süre. İçindeki umut coşkusu köpüklü çavlanlar gibi baş vermişti artık. Lisana gelmeyen bir düşkünlükle bağlı olduğu kızına, eşine kavuşmanın heyecanıyla kalp çırpıntılarını kulaklarında duymaya başladı. Sürmeli gözleri fotoğraflar arasında dolaşırken kendiliğinden kapanıverdi…

Arabasını kaldırıma dikkatli bir biçimde park edip  aşağı indi.  Klimalı ortamdan çıkar çıkmaz güvenilmez güz güneşinin sıcaklığı bedenini sarmıştı. Derin derin nefeslendi, kafasını kaldırıp karşıdaki yüksek binaya baktı. Aradığı adres tam karşısında duruyordu. “Av. Bilge Yılmaz’’ Gözleri bir süre tabelaya takılı kaldı öylece.  Arabasını park ettiği yere ve etrafa şöyle bir baktı.  Trafiğe engel bir durum söz konusu değildi. Çekici kurbanı olmamak için dükkânlardan birine girip sorma ihtiyacı hissetti.
“Hayır, caddenin bu kısmından arabaları çekmiyorlar!” cevabını alınca içi rahatlamıştı.  Trafik ışığı yeşile döner dönmez, hızla yürüyüp karşıdaki kaldırıma geçti.  Tekrar dönüp arabasına baktı, sonra başını kaldırıp duvarda asılı tabelaya kilitledi bakışlarını. Derin bir iç çekerek binadan içeri girdi. Kalbi küt küt atıyordu. Avukatın yazıhanesi dördüncü kattaydı, asansöre binmeyip merdivenlere yöneldi. Yazıhanenin önüne geldi, boğazını temizlercesine birkaç kez öksürdü. Usulca zile dokundu. Kapı birkaç saniye sonra açıldı. Sekreter neşeli bir sesle:

“Tunç Bey değil mi efendim? Buyurun lütfen. Avukat Hanım sizi bekliyor.”

“Teşekkür ederim.”

Odanın kapısı açıktı, çekinerek içeri girdi. Tereddütlü adımlarını ve sorgulayan nazarlarını sessizce izleyen, bu tür davranışlara alışkın olan Arzu Hanım karşısındaki koltuğu işaret ederek buyur etti genç adamı.

“Hoş geldiniz Tunç Bey, bugün için randevu almışsınız. Boşanma davasıydı değil mi efendim?”

“Teşekkür ederim, evet, ama… Benim için çok zor bir dönemde ani ve tek taraflı alınmış karardı, takdir edersiniz. Özür dilerim, vaktinizi aldım efendim.”

“Rica ederim efendim, tamamen haklısınız. Aradaki bağlar, hisler, dipdiri dururken kararsızlık çekmeniz hatta vazgeçmeniz olağan bir durum.”

“Anlayışınız için teşekkür ederim, iyi günler efendim.”

“Hayırlısı olsun efendim. İyi günler, mutluluklar dilerim size de.”

Yumuşak bir baş eğişle sekreteri selamlayıp büroyu terk etti. Kendine kızgınlığı hâlâ üzerindeydi. Dudakları sımsıkı kapalı, kafasının içi arı kovanı gibi karışıktı. “Kızıma, eşime böyle bir muameleyi nasıl reva gördüm? Aptalım ben! Hem de koca bir aptal! Hayatlarının yükünü hafifletmem gerekirken, çelme taktım yaşamlarına. Keşke hayat tersine aksa!” diye hayıflanarak merdiveni topuklayıp caddeye çıktı. Sırtına bir ürperti girdi. Bir an havasız kalmışçasına içi daraldı. Zihnine üşüşen düşünceleri nizama sokmak için sahil yoluna yöneldi…

Meydanın sahil tarafına ihtişamla kurulmuş olan parka girdi, serin ve gözlerden nihan bir köşe aradı. Tüm banklar yükünü almış, ikili-üçlü sohbetlere ev sahipliği yapıyordu. Parkın sonundaki bankta bir genç kız oturuyordu. Tepesine topladığı kuzguni saçlarını denizden gelen yelin ritmik esintisine bırakmış genç kıza takıldı gözleri. Elindeki dergiyi dikkatlice okuyor, arada bir bloknota bir şeyler yazıyordu. Oturmak için izin istedi, bankın ucuna sessizce ilişti. Güneş gözlüğüyle nemli bakışlarını maskeleyip çok uzaklara onunla tanıştığı ve yaşadığı günlere doğru uzandı…

Amfide boş yer ararken, bakışları kenetlenmişti. Elindeki birkaç kitabı sıkı sıkı tutuyor, sıkıntılı bir hâlde sağınını solunu kolaçan ediyordu. Sıcacık bir merhabayla başladı arkadaşlıkları. Kısa süre zarfında genç kızla ilgili her şeyi öğrenmişti. Babasının yurtdışı göreviyle İngiltere’de beş sene kaldıklarını, ülkelerine geri döndüklerini, eğitimine bu üniversitede devam edeceğini, hiç tanıdık arkadaşına rastlayamadığını, adının Nazlı olduğunu… Nazenin bir gül goncası gibiydi, diri bedeni. Gamzelerinde soluklanıyordu tomurcuklar. Saçları haylaz bukleler şeklinde omuzlarına dökülüyor, sesi şırıl şırıl akan dere gibi huzur telkin ediyordu.

Ayrılmaz ikili olmuşlardı. Seviyeli arkadaşlıkları aşka dönüşmüştü kısa zaman içinde. Okulu bitirir bitirmez nişanlandılar. Tunç’un kısa dönem askerliğinin arkasından da sade bir nikâh töreniyle dünya evine girdiler. Çok mutluydular, ikisi de sahip oldukları inşaat firmasında mühendis olarak görev yapıyorlardı. Çocukları çok sevmelerine rağmen, önlerinde geçirecekleri üç-beş sene içinde çocuk yapmak gibi bir planları yoktu. İşlerini büyütmek hevesiyle çok yoğun çalışma içindeydiler. Ailelerinin sabırsız davranışlarına, torun özlemlerine aldırmıyorlar, muğlak cevaplarla geçiştiriyorlardı. Dürüst, ilkeli çalışmaları ve önlerine çıkan fırsatları iyi değerlendirmeleri sonucunda tercih edilen bir firma olmuşlardı. Şimdi çocuk düşünebilirlerdi ama bu sefer de hiç tahmin edemeyecekleri sorunla karşı karşıya geldiler. Doktoru, uzun ve zahmetli tedaviler sonucu doğal yollarla çocuk sahibi olamayan çifte, tüp bebek için girişimde bulunmayı önerdi. Her bir aşılamada bin bir umutla izlenen yol hüsrana neden oluyordu…

Birikimleri ve zamanları, hülyalarıyla birlikte eriyip giderken müjdeli haberle bahar sevincine gark oldular ailece. İkiz hamilelik ve iki kız evlat. Nihayet semeresini alacakları; uzun, pahalı ve zahmetli sürecin büyük ikramiyesine kavuşmayı beklemeye koyuldular. Nazlı’nın her hareketi kontrollüydü. İşe gitmeyi bıraktı, eve bir yardımcı alındı. Saatlerce hafif müziğin dinginlik veren tınılarını dinletiyordu kızlarına. Gece yatağında, henüz dünyaya gelmemiş bebeklerine çocuk masalları anlatıyordu, huzur veren sesiyle. Bebek mağazalarının birinden çıkıp ötekine giriyordu, hayal mi, düş mü olduğunu kestiremediği demlerde. Pembeli, fiyonklu, biyeli, kurdeleli ne kadar giysi varsa çifter çifter alıyor, şefkatle ipeksi bedenlerine giydiriyordu…

Hamileliğinin üçüncü ayındaydı. Bir sabah ani kramplara eşlik eden kanamayla uyanıp ortalığı telaşlandırdı. Yapılan tetkikler sonucunda; bebeğinin birini kaybettiğini, diğerinin de düşük tehdidi altında olduğunu öğrendiler acıyla. Çaresi doğum yapıncaya kadar kesin yatak istirahatiydi. Doktorunun her sözünü yerine getirdi Nazlı, biricik kıymetlisi için. Gününde ve sağlıkla kucaklarına aldılar, Naz’larını. Gözlerinden, esen yelden sakınıp sevgiyle büyütmeye başladılar. Doğduğunda simsiyah olan saçları, aylar geçtikçe annesinin saçlarına benzemeye başladı. Kızıl ve şımarık lüleler, şirin yüzüne melek dokunuşu gibi buseler konduruyordu.

Emekledi, yürüdü, dişi çıktı, konuştu derken küçük Naz dört yaşına girmişti bile. Bugün onun doğum günüydü. Aile büyükleriyle, şehrin itibarlı bir otelinde akşam yemeği yiyecek, arkasından da doğum gününü kutlayacaklardı. Özenle hazırlanıp evden çıktılar. Tunç arabasına doğru yöneldiği anda, Nazlı kendi arabasıyla gitmeleri için ısrar etti. Niyeti yeni aldığı arabasını büyüklerine göstermekti. Yemekte az da olsa içki alacaklarını, gece gece araba kullanmasının zor olacağını söylemesine rağmen Nazlı inat etti. En az onun kadar usta şoför olduğunu savunarak, kendisinin getirip götüreceğini söyledi. Tunç gönülsüzce biraz da homurdanarak ön koltuğa oturdu. Nazlı; şen, şakrak sesiyle Tunç ve Naz’ı parti havasına soktu…

Hafif müzik eşliğinde yenen yemek ve sonrası kesilen pasta çarçabuk tüketildi. Naz, hediye paketlerini küçük çığlıklar eşliğinde açtı. Huzur ve sevgi dolu bir gecenin nihayetinde, ailece park yerine doğru ilerlediler. Önden giden Nazlı; kırmızı, küçük, şirin arabasının kapısını açarak taksiyle gelen büyüklerini evlerine götürme teklifinde bulundu.

Uykusuzluğunun hırsını yoldan çıkartan bir kamyon şoförünün fren yapmaya bile fırsat bulamadığı bir anda oldu olanlar. Metrelerce sürüklenen arabadan, canhıraş haykırışlar yırttı gecenin bağrını. En mutlu gününde koltuğunda sıkışan Naz, çağrılan acil yardım ekibi tarafından güçlükle çıkartılıp en yakın hastaneye götürüldü. Kazada en büyük darbeyi Naz almıştı. Küçük bedeni defalarca ameliyat geçirmiş, umarsızca bekleyişleri sona ermesine rağmen, mutlu sona erememişlerdi. Ne yazık ki mutluluklarını perçinleyen biricik aşkları Naz tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuştu. Henüz son söz söylenmemişti doktorları tarafından ama bu durum Tunç’un psikolojisini çok bozmuştu. Kazaya Nazlı sebebiyet verdiği için, ona karşı büyük bir öfke duymasına neden olmuştu. Sabit bir düşünce etrafında dönüyor, söylenen hiçbir makul sözü kabul etmiyordu. Biricik kızı engelli olmuştu işte. Buna neden olan da ısrarlı davranışıyla kazaya neden olan eşiydi, sadece eşi…

Psikiyatra gitme konusunu açan büyüklerine, arkadaşlarına karşı kinleniyordu Tunç. Evinden, işinden ve eşinden uzaklaşmak istiyordu ama Naz ne olacaktı? Darbe üzerine darbe kaldırabilir miydi miniği? Hem de kendi tercihiyle. Buz gibi soğumuştu Nazlı’dan. Evde ve işte mecbur kalmadıkça konuşmuyor, Naz’ın ve aile büyüklerinin yanında ruhuna ağır gelen rollere bürünüyordu. İçine kapandığı zamanlarda; “Affedebilir miyim acaba? Biraz daha makul düşünsem…” diye defalarca soruyordu kendine kendine. Aldığı cevaplar hep aynıydı. Hayır! Hayır! Cevabını bilemediği sorular devamlı zihnini meşgul ediyordu.

“Söküp atabilsem içimdeki bu kini, yine eskisi gibi olabilir miyiz? Eşimi bu kadar severken, kızıma fazlasıyla düşkünken, ruhumda esen bu fırtınayı nasıl bertaraf edeceğim? Hadi psikiyatra gittim, içimdeki zehri boşalttım, geri getirebilecek miyim kızımın yitip giden bedenini? O hȃlde anlamsız bir şey deli doktoruna görünmek…” Kafasının içindeki kemirgen var gücüyle didinip ruhunun huzursuzca çırpınmasına neden oluyordu…

İşte, buhranlı bir anında almıştı tek taraflı boşanma kararını… Yapamamıştı onlarsız, yenilmişti. Kuru inadından vazgeçmişti kızı ve eşi adına… Oturduğu banktan kararlı bir şekilde kalktı. Sakin bir yer bulup birkaç yere telefon etti. Sonra da Nazlı’yı telefonla aradı, tanıştıkları ilk günkü heyecanıyla:

“Aşkım, kızımızı hazırla akşam yemeği için. Naz’ın doğum gününde gittiğimiz otelde yer ayırttım birkaç geceliğine. Yarınki evlenme yıldönümümüzü sevgililerimle kutlamak istiyorum, baş başa. Hem de hangi psikiyatra, aile terapistine gideceğimizi kararlaştırırız ha… Ne dersin?”

“Ne güzel haber! Naz buna çok sevinecek…”

“Ya sen?”

“Seni seviyorum aşkım!”

Huzura ermenin dinginliği yüzüne yansımıştı. Kocaman bir gülümseme ve heyecanla parkı geçip arabasını bıraktığı caddeye doğru yöneldi…

Fatma Türkdoğan

Leave a Comment

İlgili İçerikler