0

 

 

Ceset gibi hareketsiz bir şekilde oturduğum çalışma masamın üstünde duran fotoğraf çerçevesi ile kurduğum göz temasının yirminci dakikası dolmak üzereydi. Hiçbir şey yapmadan bu şekilde durmaya devam edersem en sonunda yanımda çalışanlardan birisi dayanamayacak, usulca yanıma gelecek ve ne olup bittiğini öğrenmek için uğraşacaktı. Mesai başladığından beri bekleyen rutin işler kadar bu gereksiz açıklama yapma ihtimali de hayli sıkıyordu canımı. Aklım, geçen cumartesi günü yaşadığım büyük bozgunun muhasebesiyle fazlasıyla meşgulken, birde günlük ofis hayatının işkencelerine katlanamazdım. Bir bahane bulmak ve izin alıp bu zor durumdan kurtulmak en iyisiydi.
Gri bir binadan çıkıp, gri bir şehrin, yirmi birinci yüzyıl düzenine ayak uydurmaya çalışan ve bunun için durmaksızın mücadele vermek zorunda olan insanlarının arasına isteksizce karıştım. Bir yandan amaçsız bir şekilde yürüyor bir yandan da etrafımdaki hengâmeye bakıyordum. Sanki sadece ben, birkaç berduş, sokak hayvanları ve sağda solda bu griliğe başkaldırmış ağırlıklı olarak yeşil ve kısmen rengârenk bitkiler dışında kalan tüm her şey, bir merkezden emir almışçasına bitmeyeceğini bildikleri bu uğraşın içindeydiler. Bunu açıktan kabullenmesem de normal şartlar altında onlardan birisi olan ben, son birkaç gündür olup biteni tekrar düşünmek ve aldığım hasarın büyüklüğünü anlamak için iç dünyama yönelmeliydim.
Düşüncelerim karmakarışıktı. Her şey içimdeki “arayış” tutkusu yüzünden olmuştu. Geçip giden zamanın bir daha elde edilememesi, her geçen zamanı huzurla, mutlulukla, özgürce yaşama isteği, buna karşılık bu şehirde duyduğum tutsaklık hissi, adını koyamadığım bir arayışın içine sokmuştu beni. Bunun için gerekirse en uzaklara keşfe çıkacak, o huzurlu yeri bulacak, o mutlu insanlarla tanışacaktım. Ama bütün bu hayal ve isteklerimi boşa çıkarmaya bu kadar hevesli olduğunu bilseydim kaderimin ve bu kadar talihsiz olabileceğini düşüncelerimin, belki de o uğursuz gün hiç yaşanmayabilirdi.
Perşembe günü iş çıkışında kız arkadaşımla buluşacağım yere giderken, bu “arayış” yine düşüncelerimi işgale başlamıştı. Karşılaştığımızda o ne kadar heyecanlıysa, ben de bir o kadar durgundum. Soluklanmadan bir şeyler anlatıyordu. Aklım onda olmadığından kelimelerini duyuyor fakat anlamlı bir bütün çıkaramıyordum. Ben hafta sonu planlarımı kurgularken, o “Sen beni dinlemiyor musun?” ile sonlanan uzun konuşmasını bitirmişti. “Dinliyorum” cevabını, tam kaşlarını çatıp, sinirden dudaklarını ısırmaya başlamadan önceki kısa ana yetiştirebilmiştim. Sinirlenmesine ya da kendine has o müthiş geri çekilmesine izin vermeden planlarımı anlatmaya başlamıştım. Hafta sonu arabayla yola çıkacak, gidebildiğimiz yere kadar gidecek, canımızın istediği yerde duracak, yeşilin, mavinin, yolun, yolculuğun tadını çıkaracaktık.
Ben konuştukça yüzünün kararması daha da belirginleşiyordu. Suratı asılmış, bakışları sertleşmişti. “Ya beni hiç dinlememişsin ya da dalga geçiyorsun” diye söylenmeye başladı. Ben nasıl bir çam devirdiğimi anlamaya çalışırken, ses tonunu yükselterek devam etmişti. “Dün gece çok karışık bir rüya gördüm. İçimde bir huzursuzluk var. Korkuyorum diyorum sana; sen, hafta sonu kendimizi yollara vuralım diyorsun!” Kurtulması zor bir duruma girmiştim. O anda tartışmak anlamsız olacaktı. İtibar etme böyle şeylere diyerek rüyalar hakkında bilimsel bir açıklama yapmak anlamsız geldi o an için. İmdadıma annesinin açtığı telefon yetişti. Acilen kalkması gerektiğini söyleyip yanımdan uzaklaşırken rahatlamıştım.
Cuma günü erken saatte ve huzursuz bir şekilde uyandım. Muhtemelen gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürecek bir pençeleşmeye hazırlıklı olmam gerekiyordu. Öğlene kadar sonuç vermeyen çabalarım, öğleden sonra iyice umutsuz bir hal aldı. Kararı kesin gibi görünüyordu. Ama benim de pes etmeye niyetim yoktu. Planımın ve huzurumun manasız bir şekilde etkilenmesine izin vermeyecektim. İş çıkışı, telefonda yapamadığımı yüz yüze denemek için tekrar buluştuk. Tartışmanın sonunda ben galip gelmiştim. Ama asık suratı ve isteksiz tavırlarıyla daha yola çıkmadan bu zaferimin tadını çıkartmama engel olacağa benziyordu.
Cumartesi sabahı yolculuğumuz, dün akşamdan kalma asık suratı ve her fırsatta kullanmaktan çekinmediği iğneleyici sözleriyle başladı. Hatta bir ara, tartışma öyle bir hal aldı ki arabayı durdurup inmesini teklif etmek dahi geçti içimden. Ancak bu hareketimin doğuracağı sonuçları göze alamadığımdan bu fikrimden vaz geçmem hiç zor olmadı. Neticede eğlenceli olmasa da yolculuğumuz devam ediyordu. Şehirden çıktıktan sonra bizi karşılayan yemyeşil bir manzara eşliğinde ilerlerken mevcut keyifsizliği bitirmenin bir fırsatını kolluyordum. Bu fırsatı bir müddet geçtikten sonra doğanın alabildiğine cömert olduğu, tüm manzaraya hâkim bir tepede yakaladım. Arabayı durdurup onun hediyesi olan fotoğraf makinesini aldım. Doğa fotoğrafları çekmek onun en büyük eğlencesiydi ve buna karşı koyamayacağına emindim. Keyifsiz halinden taviz vermese de tahmin ettiğim gibi arabadan indi. Yüzüme bakmadan fotoğraf makinesinin ayarlarını yapmaya başladı. Sadece saniyeler sonra benim o an kırmızı bir kütle olarak gördüğüm kamyon, karşı şeritten müthiş bir hızla gelip, zavallı arabama büyük bir gürültü ile çarptı ve yaklaşık yirmi metre sürüklendikten sonra geniş gövdeli bir ağaca vurarak durabildi.
Olayın şaşkınlığını üzerimizden bir müddet atamadık. Olduğumuz yerde taş kesilmiş bir vaziyette, korku dolu gözlerle birbirimize bakıyorduk. Ona sarılmak istememe rağmen, buna cesaret edemedim ve kendime gelir gelmez soluğu arabanın yanında aldım. Ağaçla kamyonun arasında perişan bir vaziyetteydi. Gözlerim kamyon şoförünü ararken, nereden geldiğini anlamadığım okkalı bir tokadın, yüzümde yakıcı acısını hissettim. Nefret ve kızgınlık dolu bakışlarını üzerime dikmişti. “Ya arabanın içinde olsaydım? ” İki elini yumruk yapmış göğsüme ardı ardına indirirken sürekli bu soruyu tekrarlıyordu. Boğazım düğümlenmişti. Onun duyguları ve içgüdüleri karşısında dün akşam ahkâm kesen mantığımın verecek cevabı yoktu. Kesinlikle kötü bir tesadüftü bu olay. Ama evet, gerçekten de endişelenmekte haklı çıkmıştı. O gün, o an, beni zihninde terk etmişti. Şehre dönünce bunu fiili hale de getirdi zaten. Bana en son dokunuşunun küfür kadar ağır bir tokat olmasını kabullenemesem de üzerime yapıştırdığı “sorumsuz” yaftası karşısında ilişkiyi devam ettirebilmek açısından hiçbir şansımın kalmadığı açıktı.
Kendimi griliğe, anlamsızlığa, içinde bulunduğum berbat zamana karşı büyük bir savaşın mağlubu gibi hissediyorum. Biliyorum, eğer bu mağlubiyete teslim olursam yeni bir hayat ararken kaybettiklerimin yerini mevcut meşguliyetlerin sıkıcılığı alacak. Neyse ki doğumumla beraber bana verilenler hala benimle birlikte. Bunun olmasına izin vermem için hiçbir sebep yok. Şimdi servisteki arabamın durumunu kontrol etmeli ve keşif için yeni bir rota belirlemeliyim. Kim bilir belki bir mağlubiyetin hüznü daha bekliyor beni. Belki de amaca ulaşmanın anlatılması zor hazzı.

 

Ferhat Kara

Leave a Comment

İlgili İçerikler