KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Son günlerde içimde bir sıkıntı vardı. Canım hiç bir şey yapmak istemiyordu. Belki de yapacak hiçbir şey bulamıyordum. Çoktandır dengesi bozuk bir hayat sürmüştüm, artık bu iyice canımı sıkmaya başlamıştı. Hiçbir düzenim kalmamıştı. Adeta amaçsız yaşıyordum. Beni rahatlatan, bu dünyanın sıkıcılığından alıkoyan tek şey edebiyata olan tutkumdu. Bu tutku beni, kelimelerin karmaşık gizemlerini çözmeye, hayal dünyalarının elle tutulamayan fakat insanı saran o sıcacık mutluluğunu tatmaya davet ediyordu. Bir okur olarak, roman ve hikâyelerde, başkalarının hayallerine ortak olmak, onların kurmaca evrenlerinde dolaşmak, kahramanların yaşadıklarına, hissettiklerine şahit olmak hoşuma gidiyordu. Şiirlerde ise, kelimelerin benliğimde çağrıştırdığı kâh hüzün, kâh umut, kâh özlem yüklü o değişik duyguları ta yüreğimde hissetmek ayrı bir güzellik idi.
Bir yazar olarak ise sevinçlerimi, umutlarımı, kızgınlıklarımı ve nice duygularımı; hayal dünyamda yoğurarak, içimden geldiği gibi kâğıda dökmek tarifi olmayan bir mutluluktu benim için.
Ben, işte edebiyatın o insanı kendinden alıp götüren yönünü seviyordum. Ne zaman elime bir kitap alıp, okumaya yahut kaleme sarılıp, içimden geçenleri kâğıda dökmeye kalksam, bütün dünya dertlerinden uzaklaştığımı hissediyordum. Ne yazık ki o dertler peşimi bırakmıyor, sanatın büyülü dünyasından sıyrılır sıyrılmaz tekrar tepeme biniyordu. Her gün sabah erkenden kalkıp işe gitmek, bütün gün boyunca sevmediğim insanlarla burun buruna olmak beni bunaltıyordu. Birbirlerine kırıcı şakalar yapıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi yapılan şakaya beraber gülüşen, yerini buldukça birbirlerinin arkasından konuşan, memuriyette ki yükselişimi çekemeyen bu insanlarla aynı havayı solumak bile bana tahammül edilemez geliyordu.
Son günlerde ise, sevdiğim kadının beni terk edip gittiğini duyan iş arkadaşlarımın alaycı bakışlarından, beni görünce gizlemeye çalıştıkları gülüşlerini, içlerinden kahkahalar atarak sürdürüşlerinden bir müddet de olsa uzaklaşmanın iyi olacağını düşündüm. Ve iş yerimden yıllık iznimi istedim. Bu yirmi günlük tatil sürecinde, sağlam bir şekilde düşünerek ve yoğun bir halde çalışarak, hayatımın bozulan dengesini yeniden kurmaya kararlıydım. Amacıma dört elle sarıldım. Öncelikle çevre hayatımı daha sonra da iç dünyamı düzenlemeyi düşünüyordum. Çünkü dışarıda olan iyi ve güzel değişikliklerin insanın iç dünyasını olumlu yönde etkilememesi imkânsızdı benim için. Belki de bu düşüncem yanlıştı ama ben böyle düşünüyordum. Ve ilk iş olarak kitaplığımdaki okuduğum bütün kitapları, başka insanların da yararlanabilmesi için il halk kütüphanesine bağışladım. Daha sonra indirimli bir kitapçıdan, iki koli dolusu, yeni çıkan kitaplar satın alarak diğerlerinin boşalan yerini doldurdum. Sonra ziyaret safhasına başladım. Uzak yakın, dost akraba, bütün sevdiklerime kısa ama anlamlı ziyaretlerde bulundum. Anlamlı diyorum çünkü sevdiğim kadının kaprisleriyle uğraşmaktan, onlarla aramızdaki bağları bir buz kılıfı sarmıştı. Ziyaretlerim onları da memnun etti, beni de. Bu sayede aramızda hüküm süren kış günleri, yerini taze bir bahara bıraktı. Daha bir sağlam kök saldı hayata, aramızdaki bağlar.
Gözlerimde sönen yaşama isteği şimdi yeniden yanmıştı. Ve her nefes alışımda giderek biraz daha sıkı tutunuyordum yaşama. Olaylara eskisi gibi karamsar bakmıyordum. Her olaydan mutlaka bir ders ve mutluluk çıkarmayı öğrenmiştim. Yani bardağa dolu tarafından bakmanın daha doğru olduğunu biliyordum artık. Çevremi yazar olarak ayrıntılarıyla gözlemlemeye başlamıştım. Etrafımda gelişen yahut bir radyo haberinde duyduğum, bir gazete sayfasında okuduğum kısacık bir olaydan yola çıkarak, kafamda yepyeni hikâyeler tasarlıyor; bunları kâğıda döküyordum. Bazen ise kahvehanede çayımı yudumlarken, cahil bir adamın “bu yıl kış kötü geçecek” gibi rastgele söylediği bir sözden yola çıkarak;
“Sen gidince,
Kış kötü geçti buralarda.
Talan oldu bağlar, bahçeler
Hayallerim dondu avuçlarımda…” gibi dizeler oluşturuyor, bunların üzerinde çalışarak bir şiirde bütünleştiriyordum.
Hayatın, gözlerimde anlamını yeniden kazandığı bu günlerde canım bir seyahate çıkmak istiyordu. Aklıma, geçen yıl Anadolu’nun küçük bir köyüne, öğretmen olarak atanan, aynı dergide yazılarımızın yayımlandığı, eski bir arkadaşım geldi. Beni çoktandır evine davet ediyordu. Ama ben, işten, gönül meselelerinden fırsat bulup da bir türlü gitme fırsatı bulamamıştım. İşte bu kaçırılmayacak bir fırsat diye düşünüyorum. Hem yolculuk süresince uzun uzun düşünmeye zamanım olacak, hem de çoktandır ihmal ettiğim arkadaşımın gönlünü almış olacaktım. Heyecanla telefona sarıldım. Yanına gideceğim için, arkadaşımın hoşnut olduğu sesinden anlaşılıyordu. Beni büyük bir memnuniyet içerisinde beklediğini söyledi telefonu kapatırken. Geceyi zor ettim. Bu yolculuğun beni iyice rahatlatacağına inanıyordum. Sabah uyanınca yatağımın altından ufak bavulumu çıkardım. İçine birkaç parça giysi, okumak için bir iki kitap ve yazılarım için bir defter yerleştirdim. Köşedeki pastanenin önünden geçerken arkadaşımın en sevdiği tatlılardan da birkaç çeşit almayı unutmadım.
Otogarın kapısından içeri adımımı atınca, arı kovanını andıran bir hareketlilik karşıladı beni. Kimi gişelerin önlerinde sıra olmuş, kimi oturan, kimi ayakta ve sürekli oradan oraya koşuşturan insanları görünce “bu kadar insan nereden geliyor ve nereye gidiyor acaba?” diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Gideceğim yere en önce hareket edecek otobüs firmasının gişesinden bir bilet alarak, peronların olduğu tarafa açılan kapıdan dışarı çıktım. Otobüsün kalkmasına daha bir yarım saat kadar zaman vardı. Etrafıma bakındım. Gözüme ilişen boş bir tahta sıraya oturdum. Ufak bavulumu da yavaşça yanıma bıraktım. Homurtuyla çalışan otobüs motorlarının sesleri, gidecekleri ilin adını söyleyerek “yolcusu kalmasın!” diye bağrışan muavinlerin sesleri, çekildikçe yerde tıngırtılar çıkaran tekerlekli bavulların sesleri, topuk tıkırtıları birbirine karışıyordu. Tüm bu sesler birses cümbüşü oluşturarak, havayı dolduruyordu. Yarım saat çabucak geçti hiçbir şey anlayamadım. Kalkmaya hazırlanan otobüsüme doğru yürümeye başladım. Bagaja koyması için bavulumu muavine bırakıp, aracın kapısına yöneldim. Yolcularını alan otobüsümüz hareket etti. Ağır ağır yaşadığım şehrin caddelerinden geçiyorduk. Dışarıda akıp giden trafiği seyrettim bir müddet. Sonra okuduğum kitaba dalmışım. Beni edebiyatın o sıcacık kollarından sıyıran sağımdaki boş koltuğa birinin oturuşu oldu. Başımı çevirip baktığımda ise mini mini bir kız çocuğunun yanıma oturduğunu gördüm. Kara gözleri birer zeytini andıran, beyaz tenli küçük çocuğun, örgülü kısa saçları, kırmızı bir kurdele ile başının arkasından ikiye ayrılarak bağlanmıştı. Ufacık burnu bir fındığa benziyordu. Bana hitaben:
“Amca siz nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Sesi çağıldayarak akan berrak bir su gibiydi. İnsan, onu dinlerken huzura kavuşuyordu sanki. Gülümseyerek:
“Bir arkadaşımın yanına” dedim. “Peki, sen nereye gidiyorsun?”
“Dedemlerin yanına.” diye yanıtladı beni.
Sonra mini mini elleriyle ötede oturan yaşlı çifti göstererek:
“O, amcayla, teyze de torunlarının yanına gidiyorlarmış biliyor musun?”
“Hımm…”
“Ne yapacaksın peki orada?” diye sordum, yumuşacık bir sesle. Birkaç saniye düşündükten sonra:
“Kuzuları seveceğim. Alilerle oyun oynayacağım.” diye yanıtladı sorumu.
Onu çok sevmiştim. Birkaç soru daha sorup, yanımda tutmak istiyordum. Tam soru sormak için ağzımı açtığım sıra, ilerideki koltuktan genç bir kız, çocuğu yanına çağırdı. Ufaklık, kendince hızla koşmaya çalışarak, genç kızın yanına gitti. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi içimde bir burukluk hissettim. Başımı çevirip, pencereden dışarı bakacağım sıra arka koltukta oturan bir bayan mahcup bir sesle:
“Çocuğun kusuruna bakmayın. Okumanızı böldü.”
Bayanın, küçük kızın annesi olduğunu anlamıştım. “Olur mu öyle şey! Bölsün, bir şey olmaz. Hem kızınız çok tatlı maşallah.”
Bu sözüm bayanın hoşuna gitmiş olacak ki, gülümseyerek:
“Sağ olun.” dedi.
Kısa sohbetimizin burada noktalandığını hissettim. Başımı yavaşça sol tarafımdaki pencereye doğru çevirdim.
Otobüs, sararmış ekin tarlalarının yanından geçiyordu. Öğle sıcağını bir buçuk saat önce geride bırakmıştık. Vakit ikindiye geliyordu. Uzakta, sabahtan beri ekin biçen, beli kamburlaşmış orta yaşlarda bir köylü gördüm. Güneş yanığı yüzünde, ekmeğini taştan çıkaranlara has bir azim vardı. Otobüs hızla ilerlediğinden gerilerde kaldı. Bir süre sonra ise görünmez oldu.
Benim aklım ise küçük kızın sorduğu “gitmek” kelimesine takılmıştı. En ufak bir sözden yola çıkarak sayfalarca yazı yazdığımdan, bu konu hakkında düşünmeye başladım. Gitmek… Herkes için farklı bir şey değil midir?
Mesela sabahtan beridir otobüsü kullanan şoför için ekmek parası… Şu ötede oturan asker giyinimli genç için vatan borcunu ödemek… Şu yaşlı çift için torunlarına kavuşmak… Benim için ise hem arkadaş ziyaret etmek, hem de kafa dağıtmak değil miydi?
Sonra her şeyin bir yere gittiğini düşündüm. Öğrenciler başarıya ulaşmak için, saatler zamana yetişmek için, ambulanslar hastayı kurtarmak için durmadan bir yerden bir yere gitmez miydi? Mesela dışarıda akan şu trafikte bile her insan farklı bir amaçla gitmiyor muydu ulaşmak istedikleri yere? Kimi gezmeye, kimi okumaya, kimi çalışmaya… Koskoca dünya bile Güneş’in etrafında gidip gelmiyor muydu? Kendimden örnek verecek olursam, karamsar günlerden mutlu günlere doğru bir geçiş yapmamış mıydım?
İşte ben böyle düşünürken bir iki saat geçmiş. Çalan telefonumla yaşadığım ana döndüm. Arayan arkadaşımdı. Benden eski mezarlığın köşesindeki köy tabelasının yanında inmemi istiyor, ben, beş-on dakikaya seni almaya gelirim. Şu an yoldayım, diyordu. Yavaşça yerimden kalktım. Şoföre tabelayı tarif edip yanında durmasını istedim. Eski mezarlığın yanına gelince otobüsten indim. Muavinin bagajdan çıkardığı ufak bavulumu sol elime alarak tabelaya doğru yürümeye başladım. Aklım hala “gitmek” kelimesine takılmıştı. Mezarlığı görünce, insanoğlunun da ömrü boyunca yol aldığını ve hatta ölümden sonra bile yol almaya devam ettiğini düşündüm. Ölüm sadece bir geçiş kapısıydı. Sahte bir dünyadan, gerçek dünyaya açılan bir kapı. İşte ölen kişi bu kapıdan geçip, yoluna devam etmiyor muydu?İçimde bir yazma isteğinin dolup taştığını hissettim. Arkadaşımın evine gider gitmez ilk işim, gitme sürecinin hiç bitmediğini, bunun bir döngü olduğunu anlatan bir yazı yazmak olacaktı. İleriden yaklaşan kırmızı bir traktörün homurtusu beni düşüncelerimden sıyırdı. Yaklaşan traktörü arkadaşımın kullandığını görünce yüzümü kocaman bir tebessüm kapladı.
“Genç yazar, ilerideki traktöre doğru yürümeye başladı. Güneş dağların arkasında kaybolup giderken…
Selahattin Eğe