0

Her gün olduğu gibi uyandım ve aynanın karşısına geçtim. Çırılçıplak… Kahvaltıya çağırılmadan önce, yine uzun uzun kendime baktım, her bir noktasını inceledim vücudumun. Bir gün öncesine nazaran farklılıkları bulmaya çalıştım. Tenime dokundum, canım acıdı.

Saçlarım upuzundu üniversiteye başladığım yıllarda. Kestirdiğimde ne çok üzülmüştün. Saçlarımı savurduğumda, kokumun yayıldığını ve hatta –seni biraz sıkıştırınca- sırf bu yüzden arka sıramda oturduğunu söylemiştin. Nasıl da utanmıştın, masmavi gözlerini benden kaçırmıştın ama kızaran yanakların ele vermişti seni.

Deniz gibi gözlerin… Okulun ilk yılı bana uzun uzun bakışların… Derin bakışların, kalbimi hızlandırsa da, içten içe benimle konuşmaya gelmediğin için kızardım. O cesareti okulun son yıllarına doğru bulmanı, ancak seni tanıyınca anlayabilmiştim. Sana boşuna “Dede” lakabını takmamışlardı. Bazen, saatlerce süren sessizliğin ardından, bir cümleyle hayran bırakırdın kendine. Ben ne kadar sabırsızsam, sen o kadar sabırlıydın. Arada bir sinirlenirdin, ateş gibi bakışların ürkütürdü beni ama o zaman bile sükûnetini bozmazdın. Beni şaşırtmayı her zaman başardın. Bir hafta boyunca neden terk edildiğimi dahi anlamadan, birden çıkageldiğinde sana kızamamıştım bile. Hâlbuki bütün hafta odamdan çıkmayıp saatlerce ağlamıştım, beni o restoranda bırakıp gitmene anlam veremeden. Mutlaka bir şey yapmış olmalıydım, suçlu olmalıydım ki arkana bile bakmadan çıkıp gidesin. Ama bir hafta sonra elindeki yüzükle çıkıp geldiğinde hepsi silinmişti. Zaten beni ne zaman kızdırsan seni hemen affetmez miydim? İnsan sevdiğine kızar mıydı, kırılır mıydı, küser miydi hiç? İşte böyle düşününce hemen kendime kızar, sana sımsıkı sarılırdım. Ne çok sevmiştim seni…

Anneme evleneceğimizi söylediğimde ne kadar sevinmişti ama düğün istemediğimizi öğrenince bir o kadar kızmıştı bize. Aslında ben de üzülmüştüm, seninle bu kararı alırken. Ailenin Ankara’da olması, yıllarca İstanbul’da kendi ayaklarının üstünde, onlardan uzakta olmak, sanırım sizi uzaklaştırmıştı. Yani ben öyle düşünmüştüm, sen pek konuşmadığın için onlar hakkında. Hâl böyle olunca, incineceğini bile bile nasıl eğlenmek isterdim ki? Zaten önemli olan; hayatı seninle paylaşmak, güne seninle başlamak, gözlerimi seninle yummak değil miydi? En azından benim için öyleydi.

Ömrümün beş yılı… Az mı çok mu? Mutlu mu mutsuz mu? Cevaplayamıyorum hâlâ… Ve hâlâ kendimi suçluyorum, sebepsiz. Beş yılın sonunda nasıl bir kadın olmuştum? Dağınık, sinirli, kırılgan… Çok sevdiğim işime bile odaklanamıyordum. Arkadaşlarımla görüşmek içimden bile gelmiyordu. Nasıl gelsin ki zaten; rol yapmak, mutlu gibi gözükmek beni son zamanlarda deli ediyordu.

Biraz canım acısa da, yavaşça üstümü giyindim. Pencere kenarındaki sedire oturdum, dışarıda yağan karı izlemeye başladım. Kendime söz verdiğim halde yine duramadım, gözyaşlarım yavaşça süzüldü yanaklarımdan. İnsan hatıralarını ilaçlarla unutamıyor ki…

Yine böyle karlı bir gündü. Bora, arkadaşlarımızın da olduğu harika bir doğum günü yemeği ayarlamıştı bana, hem de en sevdiğim restoranda. Ben de onun en sevdiği kırmızı elbisemi giymiştim. Kadehlerimizi defalarca kaldırmıştık, saatlerce sarmaş dolaş dans etmiştik. Daha ne isteyebilirdim ki? Eve döndüğümüzde gece yarsını geçiyordu. Arabada sessizdi Bora, yorulduğunu düşünmüştüm. Kapıdan girmemizle bana tokat atması ve bağırmaya başlaması bir oldu. Dengemi kaybedip yere yığılmıştım. Üstümde, insanları tahrik etmek için bütün gece ortalarda gezinmemle ilgili bir şeyler söyleyip duruyordu. Sonra kalktı, kapıyı vurup çıktı. Düşününce, mermerin soğukluğunu sanki yine sırtımda hissediyorum. Kalkamamıştım uzun süre, canım acıyordu, olanları anlamaya çalışıyordum. Sahi ne yapmıştım?
Ne kadar süre öyle kaldım bilmiyorum. Kalkınca üstümü değiştirip, yatağıma uzandım. Uyumak istedim ama yapamadım. Anahtar sesini duyunca gözlerimi kapadım. Bora yanıma uzandı, bana sarıldı, ağlıyordu sanki. Bir süre sonra öylece uyudu. Sabah o uyanmadan kalktım, sessizce hazırlandım. Yüzümdeki izi silmek istercesine makyaj yaptım. Görünürde bir şey yoktu ama hislerimi silmek istiyordum sanki.

Fazla vakit kaybetmeden işe gittim. Tüm gün telefonlarını açmadım, açamadım. Çiçek bile göndermişti, kartını okumadım, okuyamadım. Ne düşüneceğimi bilemiyordum, ama onu bu hale getirecek ne yapmıştım? Eve döndüğümde evde beni bekliyordu. Ağlıyordu, beraber ağladık. Benden defalarca özür diledi. Onu affetmiştim, hiç anlam veremediğim bu olayı hemen unutmak istercesine.

Olayın üzerinden birkaç ay geçmişti. Bahar gelmişti, her şey yoluna girmişti, aslında ben öyle sanıyordum. Bir akşam, Bora eve çok geç gelmişti, içkiliydi. Saatlerce telefonunu açmadığı için onu çok merak etmiştim. Eve gelir gelmez nerede kaldığını sordum, sesini çıkarmıyordu. İş yerimde aldığım güzel bir haber için sofrayı donatmıştım ve sürpriz kutlama için onu beklemiştim. Yavaşça masaya yaklaştı, örtüyü tuttuğu gibi çekti. Tabaklar, bardaklar hepsi bir yana saçılmıştı. Kolumu sıkıca tuttu, beni sarsmaya başladı. Ne kadar beceriksiz ve işe yaramaz olduğumu söyleyip duruyordu. Öylece kalakaldım, zaten sıkışmıştım, kıpırdayamıyordum. Gözlerimi sımsıkı yumdum ve bu olanların bitmesini bekledim. Sessizce ağlıyordum. En sonunda beni itti, kapıyı çarpıp çıktı. Yine farkında olmadan bir şey yapmış olmalıydım. Acaba onun işte günü kötü geçmişti de, ben gözüne sokmak istercesine, kendime kutlama mı yapıyordum? Böylesine öfke kusması için onu üzecek kim bilir ne yapmıştım? Ağlayarak yerdekileri topladım, yine her şeyin izlerini silmek istedim. Sonra yatağıma geçip uyumaya çalıştım. Birkaç saat sonra, Bora yine hiçbir şey olmamış gibi yanıma gelip uzandı. Ağladı, bana sarıldı. Kulağıma, “Özür dilerim.” diye fısıldadı. Dönüp ona sımsıkı sarıldım, beraber uyuduk.

Birkaç ay arayla yaşadığımız bu tartışmalar gittikçe daha da sıklaşıyordu. Aslında tartışmıyorduk, Bora anlamadığım sebeplerden bana kızıyor, bağırıyor çağırıyor, beni hırpalıyor, bazen de vuruyordu. En acısı da vuruyordu… Tenime okul yıllarında temas ettiğinde nasıl ürperdiğimi hatırlıyorum da… Şimdi dokunduğu yerlerde izler bir yana, içimin acısı katlanarak artıyordu. Ben sadece o anların bitmesini bekliyordum, bazen usulca ağlayarak bazen de tepkisiz öylece bakarak… Sonra yatağıma gidip uyumaya çalışıyordum. Yine dilenen özürler ve konu kapansın diye, hiç olmamış gibi davranmaya çalışmamız… Vücudumda gün geçtikçe artan izleri kapamak için yoğun çaba sarf ediyordum. Aileme mutlu olduğumuza dair yalanlar söylüyorduk, arkadaşlarımıza hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorduk. Ben gözlerimi insanlardan kaçırır olmuştum, sanki bu yalanlarımı bir bakışımda yakalayacaklarmış gibi. Zaten hiç yalan söylemeyi beceremedim ki…

Günler, aylar, hatta yıllar geçtikçe Bora’nın gözlerine de bakamaz olmuştum. Hâlbuki ne güzeldi deniz gözleri. Hiç konuşmayıp, saatlerce bakıştığımız zamanları özlerdim. Düzeltmek için elimden geleni yapıyordum, durumu kabullenemiyordum, hele ondan ayrılmayı hiç istemiyordum. Çünkü emindim bu haline neyin sebep olduğunu bulmaya, güçlüydüm, düzeltebilirdim… Babam her zaman inatçı bir kız çocuğu olduğumu söylerdi, beni daha da güçlü kılmak için. Zaten bu kadar kabullenmememin, direnmemin, düzeltmeye çalışmamın, güçlü görünmemim sebebi de bu değil miydi?
Sadece ruhum değil bedenim de harap olmuştu. Çok kilo vermiştim. Son zamanlarda mide bulantısıyla ve hatta ilerleyen günlerde kusarak güne başlıyordum. Ailem, arkadaşlarım elbet farkındaydılar ve soruyorlardı da ara sıra. Ama ben bile olan bitene anlam veremezken, sağlıklı bir tahlil yapamazken; onlarla nasıl paylaşabilirdim yaşadıklarımı? Zaten o kadar emindim ki bir şekilde bu yaşadıklarımın sebebi olduğuma, bir suçum olduğuna…
Ben ki utanmadan bağıra çağıra aşkını itiraf eden Feraye, şimdi o aşktan konuşmaya utanır mı olmuştum? Sanki ağzımdan çıkacak her kelime gerçeklerle yüzleşmemi sağlayacak ve bana arkası aydınlık o kapıyı aralayacak diye adım adım uzaklaşıyordum. İşte o kadar korkuyordum ki yüzleşmeye, doktora bile gidememiştim bir süre. Zaten internetten okumuştum, böyle reaksiyonların olabileceğini, bir de kendimi avutuyordum. Bu kandırmaca birkaç ay sürebilmişti sadece.

Bedenimdeki farklılıkları hissetmeye başlayınca kendimi hastane kapısında buluvermiştim, sonrasında elimde bir test kâğıdıyla karşıdaki parkta ağlarken… İnsan bu haberi elbette ki ağlayarak karşılardı ama ben sevinçten değil üzüntümden ağlıyordum. O an ardına kadar açılmıştı o ışıklı kapı ve geçirdiğim günlere benimle birlikte bir bebeği sürükleyemezdim. Kendim de sürüklenemezdim. Soğuk bir ameliyat masasında ağlayarak yatarken, artık kendi suçumu aramıyordum, sadece Bora’dan nasıl ayrılacağımı düşünüyordum.

Uzandığım masa soğuktu, Bora’nın teni gibi. Tutkuyla sıcacık teninde kaybolduğum sevgili kocam, artık buz gibiydi işte. Bir bakışıyla içimi eriten bu adam, ne kadar uzaktı bana şimdi. Bir yabancı gibi… O masada, hem bebeğimle hem de kocamla vedalaştım. Eve geldiğim yolu hayal meyal hatırlıyorum şimdi düşününce, sanki buğulu bir akşamdı. Kafamda söyleyeceklerimi düşünüp bir yandan yemek yapıyor, masayı hazırlıyordum. Bora’yı kızdırmadan, üzmeden, sakince konuşarak bu işi artık bitirmeliydim. Eve geldiğinde neşeliydi, hem de onu uzun zamandan beri görmediğim kadar. Şimdi hatırlamadığım bir şeyler anlatıyordu durmadan. Sofraya oturduk, bir an sustu ve yüzüme baktı. Bütün akşam kafamda tasarladığım cümleler yerine pat diye “Senden ayrılmak istiyorum” dökülmüştü dudaklarımdan. Ne acıdır ki bu Bora’ya söylediğim son sözler oldu…

Hayal meyal hatırlıyorum kavgamızı. Bu sefer gerçekten kavga ediyorduk, avazım çıktığı kadar bağırıyordum ona. Ben bağırdıkça daha sert vuruyordu bana ve daha da bağırıyordu; ondan ayrılamayacağımı söyleyerek. Sanırım kaşım açılmıştı, sıcak bir kan süzülüyordu yanağıma. Elinden kurtuldukça eşyaları sağa sola fırlatıyordum, beraber saatlerce keyifle seçtiğimiz, yuvamızı yaptığımız eşyalarımızı… Beni yere itip, tekmelemeye başlamıştı. Ne ara kurtuldum elinden bilmiyorum, çok kopuktu sahneler kafamda. Üstüm başım dağınık, sokak lambalarının ışıkları, çıplak ayaklarıma batan şeyler, üstümdeki bakışlar… Hepsi bulanıktı. Zihnimdeki son görüntü, kapıyı açan babama “Beni kurtarın” diye fısıldamam ve yere öylece yığılmam.

Kendime geldiğimde bu klinikteydim. Annem ve babam uyanmamı bekliyorlardı, gözlerimi açtığımda yüzlerindeki o ifade korkutmuştu beni. Aklıma çocukken ateşlendiğimde, hastanede başımda bekledikleri o halleri geldi. Kılıma zarar gelmemesi için beni koruyan, kollayan ailem… Şimdi bu halimi görünce kim bilir nasıl üzülmüşlerdi. Canım çok acıyordu, tek kelime edemedim. Zaten onlar da soramadı…

Günleri takip etmiyorum, iyileşmeye çalışıyorum artık sadece. Her sabah ayna karşısında iyileşen yaralarıma bakarak daha da güçleniyorum. Hayatımı bu hale getirmek için ne yaptığımı sorguluyorum. Ama bulamıyorum, hatta bazen kayboluyorum düşüncelerimde, şimdi olduğu gibi…

Yine karanlığa dalmışken, kapı vuruldu. Kahvaltıya çağırılacağımı düşünürken, bir mektubum olduğu söylendi. Bir başka klinikten isimsiz bir mektup… Bu zamanda kim mektup yazardı ki? Biraz tedirgin biraz sabırsız zarfı açtım ve okumaya başladım mektubu.

“Sevgilim, Feraye’m, Ay ışığım,
Sana hâlâ böyle söyleyemeyeceğimi biliyorum. Biliyorum hakkım yok ama izin ver son kez söyleyeyim.
Ve yine son kez özür dilememe izin ver. Ben hasta bir adamım. Bunu geç de olsa kabullendim ve sebeplerini seninle de paylaşmak istedim. Evet, yaşadıklarım yaptıklarım için mazeret olamaz ama az da olsa bu hasta adamın da nasıl acı çektiğini bilmeni istedim.

Sana dokunduğum her an ellerim nasıl acıdı, yüreğim nasıl acıdı bilemezsin. Benim de yaralarım sızladı… Sana o pek bahsetmediğim ailem… Annem, dört yaşımdaydım beni terk ettiğinde. Beni bırakmak pahasına evden neden gittiğini hiç bilemedim. Babam, bunları paylaşabileceğim bir adam olamadı hiçbir zaman. Zaten o da fazlalık olarak gördü sonradan beni. Okula başladığım sene evlenmişti. Benden büyük iki oğlu olan dul bir kadınla… Niyeti belki bana iyi ya da kötü bir aile kurmaktı ama sonradan hiç affedemedim babamı. Çocukluk aklı işte, başta ben de bir annem ve ağabeylerim olduğu için sevinmiştim, yaşayacaklarımı bilmeden. İstanbul’da ücretsiz yatılı liseyi kazanana kadar kâbus dolu yıllar… Üvey annemden –ki anne demeye bin şahit ister- sonu gelmeyen dayaklar, oğullarından bitmeyen tacizler, tehditler… Bir de üstüne babam kızardı, ne olduğunu bile bilmeden, onları üzdüğümü söyledikleri için. Detaylarından bahsetmeyeceğim, gözümden bir an olsun eksilmeyen o kareleri sözlere dökemiyorum. Neden hep sessiz olduğumu sorardın ya hani, aklıma bunlar gelirdi de konuşamazdım işte bazen. İstanbul’a kaçıp kurtulduğumu sanıyordum ama hastalığımdan habersiz… Ben de onlar gibi, nefret hastalığına tutulmuştum. O seni terk ettiğim restoranda başladı her şey. Sana bakan garsona o kadar kızmıştım ki oradan ayrıldıktan sonra geri dönüp beklemiştim çocuğun iş çıkışını. Bir ara sokakta cezasını vermek için… İşte o an fark ettim aslında hasta olduğumu ve terk ettim seni. Bir hafta boyunca düşündüm, düşündüm ki hayatımdaki tek güzel şey sendin. Senden nasıl vazgeçebilirdim? Bencillik ettim ve girdim hayatına. Seni ailenden, arkadaşlarından, işinden, sokakta hiç tanımadığım insanlardan ve hatta seni kendinden bile kıskandım, paylaşamadım. Sadece benim olmalıydın, mutlu olmalıydık ve hep birlikte olmalıydık. Ben bu saplantılı düşüncelerle boğuşurken kör oldum. Sana verdiğim zararı göremedim, gördüğümde de kabullenemedim. Ellerimden uçup gidene kadar… O akşam sokak sokak aradım seni, eve gelip sabaha kadar bekledim gelmeni ve gelmeyeceğini anladım, beni gerçekten terk ettiğini anladım…

Bu hastalıktan kurtulamayacağımı düşünüp kendimi bu kliniğe kapadım. Nerede olduğunu öğrenmek için çok uğraştım ama ne olursun korkma benden artık, bundan sonra yokum hayatında. İzlerimi silemeyeceğimi biliyorum ama sana daha fazla zarar veremem. Bu satırları sadece af dilemek için yazıyorum. Ruhumu temizlemek için… Bana hiç yazmasan da ne olur beni affet. Aslında affet de diyemem, buna da hakkım olmadığını biliyorum. Ama lütfen kendini affet. Sana bunları yaşatmama izin verdiğin için kendine kızdığını, kendini suçladığını biliyorum. Tam da bu yüzden kendini affet…

Seni daima seveceğim,

Bora.”

Tuğçe Karakaş

Leave a Comment

İlgili İçerikler