0

Gözlerimi açtım. Salondaki kanepede uyuyakalmış olduğumu anladım. Bir müddet uyku mahmurluğu içerisinde, etrafımı boş gözlerle süzdüm. Hafiften üşüdüğümü hissettim. Aklıma çocukken, duyduğum “Yatanın üstüne kar yağar.” deyimi geldi. Düşüncelerim, geçmişime doğru bir yolculuğa çıkacaktı ama buna izin vermedim. Yavaşça kalktım yerimden.

Pencereden salona akşamın solgun ışıkları düşmekteydi. Perdeyi araladım. Aşağıda yoğun bir halde akan trafiği seyrettim bir müddet. Bakışlarım gökyüzüne kaydı. Güneş çoktan batmıştı. Hava uzun yaz gecelerine mahsus, günün o son aydınlık dakikalarını yaşıyordu.

Bakışlarım tekrar caddeye indi. Kararmaya yüz tutmuş akşamın içine. Dükkân camekânlarından, sokak lambalarından, araba farlarından, apartman pencerelerinden yağan ışık yağmuru çok hoşuma gitti. Bende bir manzaraya bakıyormuşum hissi uyandırdı. Bir şair olsaydım, belki de bu an bir şiir bile yazardım. Sonra Haşim düştü aklıma. Şiirlerinde hep akşamı işleyen şair. Ben, onu, zaman arkadaşım olarak nitelendiriyorum. O da bu saatlerde çıkarmış sokağa. Ben de bu saatlerde çıkıyorum. Gerçi o çirkin olduğunu düşündüğünden bu vakti tercih edermiş. Peki ben?
Neyse…
Perdeyi usulca kapadım.
Mutfağa geçtim. Akşam çayını severdim. Kendime koca bir çaydanlık, çay demledim. Küçük kâselere biraz kuruyemişle biraz bisküvi koydum. Aç değildim ama çayın yanında iyi giderdi.
Akşam ziyafetimi, küçük bir tepsiye yerleştirdim. Salona geçtim. Tepsiyi sehpaya koydum. Çayımı yudumlarken, dünyada ne olup bittiğini merak ettim. Gündemi öğrenmek için televizyonu açtım. Haber kanallarının birinde İsrail askerlerinin bir Filistinli genci nasıl vurduğu, bir diğerinde Suriye’de masum halkın üzerine yağan bombalar, bir ötekisinde ise sokak ortasında karısını öldüren cinnet geçirmiş bir adam gösteriliyordu. Moralim bozuldu. Parmağım sinirle kumanda aygıtının kapama düğmesine uzandı. Can sıkıntısıyla ayağa kalktım. Elimde çay bardağı, salonda birkaç kez gittim, geldim. Yarı dolu bardağı sehpaya bıraktım. Tepsidekilere bir kez bile el süresim gelmedi.

“Ahhh!” diye hüzünlü bir inilti döküldü dudaklarımdan. Kimsede insanlık onuru namına, pek bir şey kalmamıştı anlaşılan. Zaten kalan bir parça insanlık onuru da, zalim olanın güçlü yumruğu altında, zayıf insanlarla beraber yitip gidiyordu. İçim sızladı. Bir insan, göz göre göre bir başkasının canına nasıl kıyardı? Nasıl? Öldürmek bu kadar mı basitti, anlayamıyordum. Onlar ölümü ve öldürmeyi çocuk oyunu sanıyorlardı herhalde. Yoksa nasıl yapılabilirdi bu kadar şey. Bunu bir türlü aklım almıyordu.

Şehirler bombardımana tutuluyor… Masum gençler sokak ortasında öldürülüyor… Hele bir de başkaları var ki… Bunu düşünmek bile istemiyorum. İnsan yıllarca aynı yastığa baş koyduğu eşine, can yoldaşına nasıl kıyardı? Bu kadar mı kör olmuştuk? Bu kadar mı merhametten yoksundu yüreklerimiz. Sonumuz nereye gidiyordu? Sen beni öldürsen yahut ben seni. Ne geçer elimize günahtan başka. Bunu anlamıyor muyduk ya da anlamak mı istemiyorduk? Bilemiyorum.

Şu an düşündüklerimi düşmanlarım sezseydi eğer, “Sen ha! Sen düşünüyorsun bunları. Ölürüm de inanmam.” gibilerinden bakarlardı bana. Yüzümde dolaşan bakışlarında, küçümseme ve inanılmazlık apaçık okunurdu. Dudakları ise, alaycı bir sırıtışla kıvrılırdı, eminim. Rabbim sonumuzu hayırlı etsin. Elimi, yüzümü yıkasam iyi olacaktı. Biraz ferahlardım. Banyoya geçtim.

Dönüşte oğlumun odasının önünden geçerken durdum. Oğlum, annesiyle bir haftalığına dedesinin yanına gezmeye gitmişti. Eşim gitmem için bana da ısrar etti. Ona, işyerindeki masamın üstünde, hazırlanmayı bekleyen dosyaları hatırlattım. “Hadi bakalım bu seferlik ek bizi. Bir dahakine karışmam.” dedi gülümseyerek. Biricik karım benim. Hayatımın en anlayışlı insanı. Herkesin bana sırt çevirdiği şu dünyada güvenle, omzumu yaslayabileceğim tek insan…

Özlem ateşiyle kabaran yüreğimi, bugün cumartesi, dönmelerine iki gün kaldı diye, teselli etmeye çalışıyorum. Oğlumun sevimli yüzü geliyor gözlerimin önüne. Benim zeki yumurcağım. O şimdi burada olsaydı, hiç boş kalmazdım. Birlikte kesin bir şeyler yapardık. Mesela; baba-oğul sohbet ederdik. O bana yeni öğrendiği şeyleri anlatırdı ya da merak ettiği, anlayamadığı şeyleri sorardı. Oğlumu, büyük bir adam gibi karşıma alır, konuşurdum. Ya merakını giderirdim ya da ilgisini çekecek şeyler anlatırdım. Arada çocuk kitapları okurdum ona. Beni merak ve istek içerisinde dinlerken, gözleri kocaman kocaman açılırdı.

Baba-oğul bazen dolaşmaya çıkardık. Bazen beraber çizgi film izlerdik. Bazen de güreşe tutuşurduk. Oğlum, beni sırt üstü yıktığı zaman “Yaşasın! Ben kazandım.” diye bir zafer narası koparırdı, salonun ortasında. O kadar mutlu olurdu ki, gözleri kıvançla parıldar ve küçük yumrukları sevinçle havayı döverdi.

Bütün bunların yanı sıra beni en çok mesut eden, iş yerinden yorgun argın dönüp de kapıdan içeri girdiğimde oğlumun “Babacığım!” diye koşup boynuma sarılması olurdu. Öyle anlarda kendimi mutluluk limanlarına yelken açmış bir geminin kaptanı gibi hissederdim. Omuzlarıma çöken ağır yorgunluğun kalktığını düşünür; bir kuş kadar hafiflerdim.

Kapıyı ittim. Işığı açmak için elim düğmeye uzandı. Bu odanın beni, yıllardır kaçtığım geçmişimin tam ortasına bir balçık gibi çekeceğini bilseydim eğer, eşikten içeriye bir adım bile atmazdım. Ama bunları, onu gördükten sonra düşünecektim. Ve iş işten geçmiş olacaktı. Yanan lamba, içerideki karanlığı sildi. Gözlerim, özlemle eşyalarda dolaştı. Onu gördüm. Gardırobun üzerinde duruyordu. Elime aldım.

Ne yapacağımı bilmez bir haldeydim. Duraksayıp kalmıştım. Peş peşe aklıma hücum eden hatıralar altında bedenim, bir külçe kadar ağırlaşmıştı. Damarlarımdaki kanın çekildiğini duyumsuyordum. Kendimi, yığılırcasına oğlumun yatağına bıraktım. Beni sudan çıkarılmış bir balık gibi sersemleten şey, hâlâ elimde tuttuğum tüfekti…
Geçmişime doğru yola çıkan düşüncelerime, bu sefer engel olamadım.
Kucağımda kocaman bir tüfek yatağın üstünde oturuyorum. Kapıyı küçük bir el itiyor. Kardeşim giriyor içeri. Dört yaşlarında bir çocuk. Rengi siyaha çalmaya başlayan saçlarını, annem özenle taramış. Küçük kollarını iki yana açmış, bana doğru koşuyor kardeşim. Ayağa kalkıyorum. “Teslim Ol! Ellerini havaya kaldır.” diye bağırıyorum.
Ufacık bir çocuk teslim olmayı nerden bilsin.
İşte bunu akıl edemeyecek kadar küçük yaştayım. Tüfeğin ağırlığına, kollarımın gücü yetmiyor. Yere düşecek diye korkuyorum. Panik içinde sıkıca sarılıyorum ölüm makinasına. Korku ve panik damarlarımdaki kana bulaşmış sanki. Parmağımın tetiği çektiğinin farkında bile değilim. Namluda bir kıvılcımın yanması ile sönmesi bir oluyor. Kardeşim kanlar içerisinde savruluyor yere.
Elimde duran tüfeğin namlusunu şakağıma yaslıyorum. Tetiği çekiyorum. Beynimi dağıtmasını bekliyorum ama olmuyor. Sadece, tüfek patlamasını andıran bir ses çarpıyor kulağıma.

Bu ses beni, hayatımın kâbusundan sıyırıyor. Gardırobun üstünden aldığım tüfeğin oyuncak olduğunu işte o zaman anlıyorum. Çevreme bakınıyorum. Burası oğlumun odası.

Yerimden fırladım. Çocuklarımıza, oyun diye neden öldürmeyi öğretiyorduk ki? Öldürmek oyun muydu? Onların masum dünyasına neden öldürme fikrini aşılıyorduk?
Bugüne değin oğluma oyuncak bir silah almadım. Bu oyuncak da yüksek ihtimalle komşunun oğlunundu. Bizde unutmuş olmalıydı. Pencereyi açtım. Oyuncağı, beşinci kattan aşağı fırlattım. Düşünülecek bir şey yoktu bu konuda. Araba filan oynasın ama silah değil.

Yıldızsız gökyüzü bana geçmişimin karanlık günlerini anımsattı. Ne günler geçirmiştim, bir ben biliyordum. Uzun bir süre olayın şokunu atlatamadım. Bir dönem çocuk ıslah evinde kaldım. Sonra eve yolladılar. Ne zaman annemin, babamın yüzüne baksam, kanlar içerisindeki kardeşimin cesedini görür gibi oluyordum. Onlarında acı çektiğini biliyordum. Aklım ermeye başlayınca, evden uzak olmanın benim için de, onlar için de iyi olacağını anladım. Babamı ikna ettim. Yatılı bir okula kaydım alındı. Zaman, kanayan yaramızı iyileştirmedi elbet. Sadece sızının şiddetini azalttı.

Haftalar ayları kovaladı. Aylar da yılları. Yaşımız büyüdü. Bugünlere ulaştık. Ben kendimi asla affetmeyeceğim! Bu bir gerçek. Fakat bu olayda tek suçlu ben miydim? Silahı dolu bir vaziyette bırakanların hiç mi suçu yoktu? Ancak beni en çok üzen şey, arkamdan konuşan insanların geçmişim hakkında yalan yanlış malumat edinip, yüzüme kötü kötü bakmaları oluyor. Bu bakışlarda küçümseme ve korkuyu apaçık okuyorum. Bu durum, öylesine canımı sıkıyor ki gölge gibi her dakika her saniye beynimi meşgul ediyor, başarılı olmama bile engel oluyor.

Geçen ay iş yerimde terfi edildim. Kademem müdür yardımcılığına yükseldi. Bu görevde daha ilk maşımı bile almamıştım. Arkamdan konuşulanlar, yüzümde dolaşan alaycı bakışlar beni öyle bezdirdi ki, adeta bana yaka silktirdi. İstifa etmeyi düşündüm. Bu düşüncem, müdür beyin kulağına gitmiş olacak, beni yanına çağırdı.
Kapısını çaldım. İçeriden “Gelin” diye bir ses işittim. Beni görünce ayağa kalktı. Elimi sıktı. Karşısında yer gösterdi. “Oturun şöyle. Bir dakika bekleteceğim. Kusuruma bakmazsınız inşallah.” dedi gülümseyerek. Gösterdiği yere oturdum. “Yok. Beklerim, sıkıntı değil Müdür Bey.”
Oturduğu sandalyesinden, masanın üstüne doğru hafifçe eğildi. Önünde açık duran evraka göz gezdirdi.
Müdür Bey’in saçlarının birazı döküktü. “Kim bilir niye?” diye geçirdim içimden. Diğer arkadaşların aksine, ben severdim müdür beyi. Babacan bir adamdı. Özü sözü birdi. İmzaladığı evrakı yavaşça kenara itti. Bakışlarını bana çevirdi. “Nasılsın diye sormayacağım evlat. Bu aralar iyi olmadığını duydum. Ardından konuşulanlara takılma. İnsanın ağzı torba değil ki, büzesin.”
“Ama müdür Bey” diye itiraz edecek oldum. Konuşmasında ve bakışlarındaki dostanelik o kadar samimiydi ki, böyle bir şey demenin gereksiz olacağını anladım.
“İstifa etmeyi düşünüyormuşsun.” diye sürdürdü sözlerini. “Böyle bir durum onları mutlu etmekten başka bir işe yaramaz. Benim ardımdan konuşmuyorlar mı sanıyorsun? Hepsini biliyorum. Ama kulak ardı ediyorum artık.” Sonra gülerek: “Biz böyle şeyleri kafamıza taktık zamanında. Saçlar boşa döküldü. Seninki bari dökülmesin.”
Yüzümde tebessüm oluştu. Haklıydı. Arkasından konuşanlara kulak asacak olsaydı, iş yerinde çalışan kalmazdı. Sonra müdür bey konuşmasını şu sözlerle tamamladı. “Unutma, sen başarı basamaklarını tırmanırken, ardından kuyunu kazmaya çalışanlar, ya sana yetişecek gücü olmayanlardır, ya da bunu göze alamayanlardır.”

Bu ve daha nice hatıramı, yazıya dökmeye çalışıyorum. Çünkü ileride oğlumun, herkesin düşündüğünün aksine, bile bile cinayet işlemediğimi anlaması için…

Yalnızlığın bana iyi gelmeyeceğini anladım. Koridora çıktım. Vestiyerde asılı paltomu, sırtıma geçirdim. En mantıklısı eşim ve oğlumun yanına gitmekti. Dairenin kapısını kilitledim. Yaktığım sigaradan derin bir nefes çektim.

Yüreğimde kanayan yaranın merhemi olmadığını biliyordum. Başım öne eğik, basamakları ağır adımlarla indim, indim…

Selahattin Eğe

Leave a Comment

İlgili İçerikler