İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
“Geliyorlar yarım saate! Uzun yoldan geliyorlar, acıkmışlardır. Her şeyi hazır ettin değil mi Elif?”
“Hazır ana, ocak harlandı; koyarım şimdi yemeği. Gözümün yaşını da sildim mi, tamamdır. Elden mütevekkil olmaktan başka bir şey de gelmez.”
On sekizime yeni basmıştım, elimden her iş gelirdi. İlkokula başladığımda öğretmenim çalışma azmimi gördüğünde “İnşallah evde de böyle değilsindir.” demişti. Ne demek istediğini yeni anladım ama iş işten geçmişti. Aslında onun derdi; evde bir şeyleri iyi yapmam değil, bunların dışında birçok şeyi iyi yapabildiğimi bilmesiydi babamın, anamın ne düşündüğünün zaten önemi yoktu. Ne anam ne de babam okuma bilmezdi. Henüz altı yaşındayken, iki sokak aşağıdaki Gonca Ablamın şehirden benim için getirdiği rengârenk kapaklı, mis kokulu kitaplarıyla söktüm okumayı. Her gelişinde birkaç harf öğretirdi; onları önceden bir yerlerden tanıdığımı hissederdim, hiçbir zaman yabancı olmadılar benim için. Sanki konuşurlardı bir bir benle. Hepsinin bir hikâyesi var gibiydi; kiminin beli ondan bükük, kiminin boyu ondan eğriydi…
Okul hayatım diğer kızlardan bir adım fazlası ile altıya kadar sürdü; altı olunca, sekize kadar gider sandım ama olmadı… Ortaokul kasabadaydı; ağabeyimle birlikte de gidiyor olsak, on ikisinde bir kızın o kadar uzak mesafe gitmesi köyde cık-cık seslerini yükseltmişti. Babam da kolayı seçerek, tek hamle ile susturdu köyü: “Elif artık okul yok!” Susturduğu tek şey köy olsaydı keşke; O cümle ile içimdeki yaşama dair tüm sevinçler, kalp çarpıntıları, hayati nişaneler de susmuştu. Babam, bu kadar suskun olmamı iyi bir şeye sayıyordu; çığlıkla eş değer olduğunu anlayamadı. Belki de anladı ama kolay olan buydu, üstünde durmadı.
Ağabeyim, okumayı zor sökmesine, okulu hiç sevmemesine rağmen; zorla gönderildi, bense zorla evde tutuldum. Oysa ilkokuldayken bile en sevdiğim oyun “öğretmencilik” ti. Evimizin kenarındaki ahırdan bozma yere çocukları toplar, ellerine kâğıt-kalem verir; marangoz Hasan Amcanın görüp, öz babamın göremediği okuma hevesime küçük bir mükâfat niteliğinde bana verdiği kara tahtada harfleri konuşturmaktan büyük haz duyardım. Öğrencilerim de yüzlerinde kocaman gülümsemelerle beni dinlerlerdi. Kahkahalarımızın “içten” oluşunun yansımaları bazen o kadar gürültülü olurdu ki; yiyeceğimiz azarlar, az önceki eğlencemizi gölgede bırakacak diye korkar, yine de vazgeçmezdik… Bir tek Hasan Amca anlardı eğlencemizden, “Okuyun da adam olun; ne varsa okumakta var.” derdi. Gözlerimdeki ışığı en çok o gördüğünden, en çok o bana derdi; okumadığıma da en çok o üzüldü. Cıkcıklayanları babamdan farklı yöntemlerle susturmaya kalkıştıysa da başarılı olamadı.
Yıllardır elime almadım kara tahtamı; yazgımın renginde diye. Ona yazı yazdığım vakitler umutlarım solmamıştı. Bir daha da cesaret edemedim. Çakınların ardı ardına simsiyah gökyüzünde patladığı bir gece; yerinde mi diye bakmaya gittim, o kadar…
On sekiz yaşındayım, on sekiz şehir öteye gideceğim; hiç bilmediğim, tanımadığım yollardan, dehlizlerden, iklimlerden geçerek… Bana en çok ait olanı da alacağım giderken; yerlere yakıştıramadığım için ipinden en tepelere astığım serenlerden kopararak…
Ayça Bayram