KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Aylar, haftalar geçmişti, geçmesine de şu son saatler, dakikalar geldi çattı mı; yelkovanların, akreplerin bacaklarına âdeta taşlar bağlanıyordu. Yıllarca beklemişti ne de olsa; hakkıydı heyecanlanmak da, kaygılanmak da, sevinmek de, çığlık atmak da. Saat tam olarak 10.17ʼyi gösterirken telefon çaldı. Arayan eşiydi. “Hazır mısın hayatım?” diye sordu. Bunu herhalde “öylesine” sormuştu. Ne kadar hazır olunsa da, hep hazırlıksız olunacağını ondan daha iyi kimse bilmezdi. Bu yüzden cevap vermek yerine, kafa salladı. Telefonun diğer ucundaki bunu göremezdi ama hissedeceğinden neredeyse emindi; çünkü o, yıllarca bu eksikliği birlikte ödünlemeye çalıştığı biricik yoldaşıydı…
İlk kez o gün, kalbinde taşıdığı sekiz yıllık özlemle cüretkârca yüzleşmek istedi. En ıstıraplı, en umutsuz günlerini anımsamak için gözlerini kapadı. Acıyı ötelemekten, üstünü süreksiz uğraşlarla, düşüncelerle kapatmaktan o kadar bitap düşmüştü ki… Kapattıkça daha da ağırlaşıyordu bir sonraki seferlerdeki yüzleşmeler… Hak etmek ya da etmemek; işte bu kısım acıtıyordu en çok canını. Kendini meselenin bu olmadığı konusunda ikna etmeye ne kadar çalışsa da, “acaba “lardan kendini almıyordu. Mavilerin en umutlu tonlarının duvarları boyadığı odadan çıkmak üzereyken “adamak” sözcüğünün zihninde karşılık bulduğu yeri hatırladı; dudaklarındaki şüpheli ifade yerini rahatlamış bir gülümsemeye bıraktı…
Saat 14ʼte artık o ince, uzun, ağaçlıklı yolun başındaydılar. Ahmet Bey, sol elindeki evrakları son bir kez sayıca gözden geçirirken sağ eliyle Bahar’ın elini sıkıca tuttu. Bahar, son kez süzülen yaşlarını silmek için çantasının en ulu orta gözüne yerleştirdiği peçetelerden iki tane alıp, gözlerini sildi. Şimdiye kadar yürüdüğü, yürüyeceği en anlamlı yoldaki adımlarını net görmesine hiçbir engel kalmamalıydı…
Yürürken ellerine iyice baktı, Ahmet’inkilere de. Gözlerine, burnuna, dudaklarına. Hani şu hep birininkine benzetilmeye çalışılan, benzediği duyulunca mutluluktan uçulan DNA kodlarına. Oysa Ahmet’le ne kadar da benzemezken, ne kadar aynılardı. Kime göre? Neye göre?
İçeride, aşina birilerini gördüğünü belli eden bir çift göz karşıladı onları. Daha önce defalarca geldikleri yerdi ne de olsa. Her yüz, o gözler için bir dönüşüm hikâyesi olmalıydı. Umutsuzluktan umuda, acıdan mutluluğa, azlıktan çokluğa… Onların dönüşümümü de işte o gündü: toprakların en selek, ağaçların en yeşil hâlini aldığı, pazarların mis gibi çilek koktuğu, müge çiçeklerinin tomurcuklandığı zamanlar; mayısın beşi…
Ayça Bayram