0

Aksakallı ihtiyar, karşıdaki duvara bakarak anlatmaya başladı:

-Kesme taşla örülmüş bu köhne duvar, daha önce bu kadar yüksek değildi. İnsanlar ayak parmakları üstüne basarak, duvarın öbür tarafını rahatça görebiliyorlardı. Kulam birkaç kez bu duvarı biraz daha yükseltmek istese de, babası Mehemmed Ağa buna izin vermedi. Hatta Kulam, aşağı mahallede oturan kamyoncu Kaçkın Yusuf’a, bir kamyon taş getirmesi için sipariş bile vermişti…

Bu duvarın Celilgilin evine bakan tarafında bir de kapı vardı. Mehemmed Ağa hayattayken, o kapı gece gündüz açık kalırdı. Kapı kapandığında Mehemmed Ağa’nın göğsü daralır, kalbi sıkışırdı. Bu yüzden, ne o taraftan ne bu taraftan hiç kimse o kapıyı kapatmazdı…

Önceleri bu duvarın karşı tarafında, gönlü gani bir adam olan Mehemmed Ağa yaşardı. O, köyde herkesin saygı duyduğu bir adamdı. Mehemmed Ağa, gençliğinde uzun boylu, iri yapılı, gözleri kahverengi, saçları gür ve simsiyah, çok yakışıklı biriydi. Saçlarını da her zaman arkaya tarardı. Köyde onun sırtını yere getirecek yiğit yoktu. İki-üç delikanlıyla aynı anda güreşir, bir nefeste hepsinin sırtını yere getirerek ayağı altına alırdı. Düğünlerde oynarken herkes onu gıpta ile izler, hayranlıkla seyrederdi. Köyün genç kızları ise onun derdinden deli divaneydi…

Yüzünden nur yağan Mehemmed Ağa, çok hayırsever biriydi. Konu komşusuna, hısım akrabasına, köylüsüne her zaman el uzatırdı. Bayramlarda koca bir boğa kestirir, köyün at sırtından inmeyen gençleriyle, her eve, her haneye kurban payı yollardı. Köyde hangi meclise varsa, bütün insanlar hürmet alameti olarak ayağa kalkarlardı. Vardığı meclis düğün, nişan meclisiyse; ya damada bir yüzlük bağışlar ya da geline alınacak çeyizlerden birinin masrafını karşılardı. Eğer vardığı meclis cenaze, yas meclisiyse, merhumun mezarını ve mezar taşını yaptırırdı. Su nöbeti yüzünden birbiriyle dalaşan komşularını; bir karış toprak için birbirine söven köylüleri; bahçe çeperi yüzünden birbiriyle düşman olan akrabaları, bir tavuk yüzünden kadınların aklına uyup kavga eden dostlarını… Kısacası bütün küsleri bir araya getirip barıştırırdı. İşte bu nedenle, köylüler birbirleriyle dostça ve huzur içinde yaşarlardı. Kapısı ve sofrası herkese açıktı Mehemmed Ağa’nın. Kim onun kapısına varıp bir istekte bulunsa, asla eli boş dönmezdi. Utana sıkıla kapısını dövenlere: “İhtiyaç olan şeyi istemek ayıp değildir. Atalarımız, ‘El tutmak Ali’nin işi ’ demişler. Bu gün benim varsa, yarın da senin olur. O zaman ben de hiç çekinmeden senin kapına gelirim,” derdi. Yemek zamanı onun kapısına varanlar ise, yemek yemeden evlerine dönemezlerdi.

Bir gün, evde otururken, aniden gelen bir kalp kriziyle bu dünyadan göçüp gitti. Onun ani gidişi, köylüyü şaşkına çevirdi. Çok etkilendik. Bütün köylüler, babası, amcası, dayısı, kardeşi ölmüş gibi onun yasını tuttular. İnsanlar onun tabutunu taşımak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Âdete göre, köyde cenazeyi sokağın başına kadar omuzlarda götürüp, orada cenaze arabasına bindirirdik. Köyün erkekleri, o gün Mehemmed Ağa’nın tabutunu mezarlığa kadar omuzlarında taşıdılar. O gün, kapkara bulutlar ve gürüldeyen gökyüzüyle birlikte tüm köylüler de ağladı… Evlerde televizyon ekranları duvara çevrildi ve televizyonların üstüne kara yağlıklar örtüldü, kırk gün boyunca hiç kimse televizyonunu açmadı…

O günlerde oğluna, kızına düğün yapacak aileler, düğünlerini bir yıl ertelediler. Hatta Mehemmed Ağa’nın komşusu Zeynel Ağa’nın oğlu Celil’in davetiyesi bile dağıtılmışken, düğünü bir yıl ertelendi. Mehemmed Ağa’nın ölümü üzerinden bir yıl geçene kadar, köyde davul zurna sesi duyulmadı…

Mehemmed Ağa’yı tanımadım ama şimdi birkaç yerden bel vermiş, çatlamış bu duvar, sanki yıllar önce bu dünyadan göçüp giden ev sahibinin gidişine üzülüyor, onun yasını çekiyordu. Galiba, o öldükten sonra bir kale suru gibi, bu kadar yükselmişti. Artık ayağının altına sandalye de koysan, duvarın öbür tarafını görmek mümkün değildi… Mehemmed Ağa’nın gönlünü ferahlatan kapı ise çoktan kapatılmıştı, kapının yerinde iz bile kalmamıştı. Sanki bu duvarda ihtiyarın bahsettiği kapı, hiç olmamıştı… Şimdi Mehemmed Ağa’nın yurdunda, babasına hiç de benzemeyen, oğlu Kulam yaşıyordu. Kulam hem görgüsüz, cahil, hem de pinti bir adamdı. Düğünlere, cenazelere bile uğramıyordu, köylülerle alakayı da kesmişti, hatta uzak akrabalarıyla bile… Babasının kabrini bile ziyaret etmiyordu. Rahmetlinin mezarını bürüyen otu, dikeni de, bayramlarda mezarlığa giden köyün gençleri temizliyordu. Köylüler, Mehemmed Ağa’ya gösterdikleri saygıyı, onun kabrine de gösteriyorlardı. Duvar diplerinde, köy meydanında toplanan adamlar: “Yazık oldu Mehemmed Ağa’ya, zürriyetinden, onun ocağını tüttürecek bir evladı gelmedi. Bu Kulam, sanki Mehemmed Ağa’nın belinden düşmemiş!” diye hayıflanarak konuşuyorlardı.

Kulam, babası öldükten sonra şehre göçmüştü. Köydeki eve de genellikle yazın veya sonbahar aylarında, ailesi ve arkadaşlarıyla birlikte dinlenmeye, daha doğrusu kafa çekmeye geliyordu.

Sık sık dostlarıyla köye gelip yüksek duvarların arkasına masa kuruyor, masaları birleştirerek büyük sofralar açıyor, sofrayı kebapla beziyordu. Masaları öyle donatıyordu ki, üstünde parmak koymaya yer olmuyordu. Her akşamüstü, hava kararırken, vişne ağacına asılan kuzuyu yüzme işine ise, amcasının oğlu Haydar bakıyordu. Haydar her zaman, kana batmış gömleğini çıkarıp ağacın alçak dallarından birine asıyordu. Bahçede her akşam bir hengâme, bir koşuşturma başlıyordu ki, görülmeye değer… Kimi mangalın üstünde, geçen seferki ziyafetten kalan et parçalarını temizliyor, kimi mangalı yakıp diriltmeye çalışıyor, kimi mangala kömür yetiştiriyor, kimi kaşla göz arasında dedikodu yapıyor, kimi bıçak getiriyor, kimi de et götürüyordu. Bahçedeki küçük çocukların büyük bir hevesle, duvarın dibinde demirden çitlerle çevrili kafesin içinde bir sağa, bir sola gidip gelen, iri yapısı ve “havv” dediğinde, gür sesiyle koskoca adamları bile ürküten, afçarkaya et atmalarını söylemiyorum…

Zaman hızla akıyor, günler birbiri ardınca geçip gidiyordu. Mehemmed Ağa’nın yurdu bakımsızdı, duvarın durumu ise hiç iyi görünmüyordu. Duvarın gövdesinde derin yarıklar, yer yer çöküntüler oluşmuştu. Taşlar ise, yıldan yıla ufalanıyordu. Köpeğin bağlı olduğu taraftaki duvar ise yaşlı adamlar gibi içeriye doğru eğilmiş, taşlar birbirinden ayrılmıştı. Kulam’ın bir kale suru gibi yükselttiği bu duvar, sanki boyundan utanıyordu, sanki bu yüzden başını aşağı eğiyordu…

Ninemin dediğine göre uzun yıllar çocuğu olmamıştı Kulam’ın. Türbe türbe dolaşmış, adak adamış, kurban kesmiş ama bir faydasını görememişti. Nihayet karısını da alıp tedavi için önce Türkiye’ye, oradan da Almanya’ya gitmişti. Kulam’ın biricik oğlu, yıllarca devam eden tedavinin neticesinde, karısının hayatı pahasına dünyaya gelmişti. İkinci karısından da çocuğu olmuyordu. Gözünün ağı-karası, bir oğlu vardı ve o da birinci karısındandı. Oğlan artık yedi yaşına girmişti. Kulam bu kez köydeki eve, dostları ve yakın akrabalarıyla birlikte, oğlunun doğum gününü kutlamak için gelmişti. Üstelik Kulam’ın oğlu, bu yıl okula başlayacaktı. Bu çocuk ne zaman köye gelse, günlerini duvarın dibinde bağlı olan köpeğin karşısında geçiriyordu, köpeği çok seviyor, onun yanından ayrılmıyordu. Köpek de ona alışmıştı, onu görünce, kalın sesiyle havlamıyor, sadece kuyruk sallıyordu…

Duvarın bu yakasında ise genellikle sessizlik hüküm sürüyordu. Kışlık odununu tedarik eden Celil’in, bahçedeki ağaçlara salladığı baltanın sesi de olmasa, duvarın bu tarafında kimsenin yaşamadığına hükmedilirdi… Celil, uzun boylu, karayağız, çelimsiz, bir oğlandı. Bir ayağı da aksaktı. Boynunu güneş yamasın diye, gömleğinin yakasını da ensesine doğru kaldırırdı. Başında da leğen gibi duran bir hasır şapka olurdu her zaman. Bu duvar gibi, onun da beli bükülmüş, kamburlaşmıştı. Ama Celil boyundan değil, cebinden utanırdı. Celil köylülerin tarlasını, ekinini sular; biçin vakti ot yığmaya, bostan vakti karpuz toplamaya gider, ırgatlık yaparak ailesinin geçimini sağlardı. Köylüler ona “Sucu Celil” diyorlardı. Biri oğlan, biri kız iki çocuğu vardı. Bu duvarın yüksekliği çok şeyi gizlese, örtbas etse de hafif rüzgârın, mangalın üstündeki etlerden alıp getirdiği kokuyu, dumanı engellemeye yetmiyordu. Bu çocukların dumanla karışık et kokusunu iştahla içlerine çekmeleri, Celil’in yüreğini o mangalda unutulup kalan etler gibi yakıyordu… İçtiği su bile boğazından geçmiyordu. Elektrik parasını zamanında ödeyemediği için elektriğini de kesmişlerdi, birkaç gündür mum ışığında oturuyorlardı. Kulam’ın bahçesindeki lambalar ise sabaha kadar yanıyordu…

Kulam’ın evinin çevresi yüksek duvarlarla çevrili olduğundan, onlar pek hissetmeseler de akşamleyin Celil’in evinin olduğu yönden esmeye başlayan rüzgâr, Mehemmed Ağa’nın ölümü gibi aniden başlamıştı. Rüzgâr, istikametini değiştirmeden öyle şiddetle esiyordu ki, sanki birazdan, bu koskoca köyü yeryüzünden koparıp, önüne katarak alıp götürecekti. Köşede, duvarın dibinde bağlı olan köpek, küçük dostu ile birlikte eğleniyor, onun attığı et parçalarını havada kapıyordu…

Birkaç dakika sonra, duvarın çatlak, hasarlı kısmı öyle bir gürültüyle yıkılmıştı ki… Sanki birisi, buradaki kapıyı yeniden açmak istemişti… Hışımla aşağı inen taşların üstündeki lekeler, vişne ağacına asılmış gömleğin lekelerini andırıyordu…

Kulam ertesi gün duvarı baştan sona yıktırdı, duvarın yerinde bir taş parçası dahi kalmamıştı…

Çeviri: İmdat Avşar
Ruslan Dost Ali

Leave a Comment

İlgili İçerikler