Sıkıntım
artmıştı. Son günlerde her şey üst üste geliyordu. Kerim’in çekip gitmesi,
Arzu’nun hastalığı ve son olarak da işten çıkartılmam. Yirmi dokuzumdayım,
fakat kırk yıllık hayat yorgunu gibi hissediyorum. Aynanın karşısına geçtim. Yüzüme
çizgiler henüz adım atmamıştı. Yirmi dokuz değil, hatta yirmi üç, yirmi dört
gösterdiğim bile söylenebilirdi. Ama gözlerim! İşte, gözlerim ruh yaşımı ele
veriyordu. Pili azalmış fener gibi fersiz bakan iki kahverengi göz. Yok yok!
Buna izin veremem. Kendime terapi yapmalıyım. Nefesimi tuttum, konsantre oldum
ve aynadaki “ben” ile yalnız kaldım.
“Sen
mükemmelsin.”
“Her
zorluğun altından kalkarsın.”
“Çok
güçlüsün.”
“Güzelsin.
Güzelim.”
Kim?
Aynadaki ben alay eder gibi bakıyordu. Yani, çok güzel olmayabilirdim evet.
Gözlerim şişmiş, saçım dağılmış, kaşlarım da orman kıvamına geçmeye başlamıştı ama
biraz makyaj, güzel bir elbise vitrini kurtarırdı. Kısa siyah eteğimi üzerime
geçirdim. Üstüne kırmızı dantelli bluz… Kırmızı taşlı kolye ve minik kırmızı
küpeler. Hemen saçlarımı topladım. Siyah belirgin bir kalem ve hafif kırmızı
ruj… Geçtim aynadaki bene karşı durdum. Yok, bu daha çok moralimi bozacak
benim. Aynadakinin gözlerine baktım. Ne kötü! İçinden neler geçirdiğini
biliyorum.
‘’Döşemesi
değişmiş eski bir koltuk gibisin.’’
Hay
Allah! Kıyafet de kurtarmamıştı. Çıkardım hızla üzerimdekileri. O bakışlar
değişmedikçe ne yapsam boş. Önce gözlerden başlamalı değişmeye. Rengi solmuş
lacivert elbisemi giydim. Ruh halime uygun en azından… Yapmacık durmuyor.
Bezgin, yorgun, sıkıntılı, umutsuz… Biliyorum biraz daha sürecek böyle. Ya
sonra? Sonrası, boş vermişlik… Yatağın üstüne attım kendimi. Filmlerde hep öyle
olmaz mı? Kızdıklarında, üzüldüklerinde doğru eve koşarak kendini yatağın
üzerine atan yeni ergenler, aldatılmış kadınlar, gözyaşlarını hıçkırıklar
eşliğinde yastıkların üzerine bırakırlar. Ben makyajımın yastıkları
kirletmesini göze alamadım. Üstlerine büyükçe bir havlu serdim. Gel gelelim tek
damla gözyaşı akmadı. O kadar da hazırlandım, tedbirini de aldım ama bir damla
bile yok. Olmayacak, ağlayamayacağım anlaşılan. İşte o anda, o kutuyu gördüm.
Aslında kaç gündür oradaydı. Kapının arkasında. Hatta arada ayağımla kapıyı
rahat açmak için ittirip duruyordum ama son günlerdeki melankolik halimden
dolayı hiç incelememiştim. Madem ağlayamıyorum hazineme bakayım bari diye
düşündüm.
Koli
demek daha doğru galiba… Üstündeki elektrikli fırın resmi yapılma amacının
fırını korumak olduğunu gösteriyor. Zavallı karton, nelere barınak olacağını
bilememiştir. Bir fırından sonra birkaç kitaba ev sahipliği ediyor. Evet,
kitaplar hazinem benim. Çocukluğumun sakin yıllarında -ben öyle
tanımlandırıyorum, annemin uzun hastalığı ve ölümü etrafında geçen üç yıl-
kendimi kitaplara vermiştim. Evde ağır bir sessizlik hâkimdi. Babaannem, babam
ve ben sadece kaşık-bıçak sesleri arasında yemeğimizi yer, konuşmadan
televizyon izler ve sonra da uyurduk. Günlerimiz hep aynı şekilde birbirini
takip ederdi. Annem hastanedeydi. Arada beni de ziyarete götürürlerdi. Bu soluk
yüzlü kumral kadın bana bir yabancı gibi gelirdi. Şimdi de hastane dışında
onunla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Sonraları, yani çok uzun yıllar sonra
gittiğim psikolog bilinçaltımın, benimle ilgilenmediği, hep hasta olduğu için
anneme ceza verdiğini söylemişti. İşte o günlerde tanıştım kitaplarla. Sekiz
yaşına yeni girmiştim. Komşumuz Feryal Abla doğum günü hediyesi olarak Jules
Verne’nin “Aya Seyahat” kitabını getirmişti. Okumaya başlayınca kendimi başka
bir âlemde buldum. O günden sonra kitaplar en değerli mücevherlerim oldu.
Sevgili kuzenim de bunu bildiği için hazineme bir koli yeni ganimet göndermiş.
Kuzenimi kitapçı filan zannetmeyin; kitapçı değil, emlakçı. Satılık evlerde
bazen böyle işe yaramadığı düşünülen eşyalar, çoğunlukla da yer kaplamasın diye
kitaplar, geride bırakılır. Kuzen de benim merakımı bildiğinden hiç olmazsa
kıymet bilen birisine gitsin düşüncesiyle getirip bırakmıştı. Yere oturdum,
koliyi önüme çektim. Hevesle açtım. Kitaplar oldukça eskiydi. Dört tanesi koyu
yeşil, deri ciltli, ikisi lacivert, diğeri ise ciltsiz bir defterdi.
Çoğu
Almancaydı. Sanırım kuzen bunları Almanca bildiğim için ayırmıştı. Kitapların
isimlerinden sahibinin doktor olduğunu anlamak zor değildi. Anatomie,
genetisch, histologie… Ve… Evet, ve… Üç tane el yazısı defter… Sönük
gözlerim birden açıldı ve ruhum canlandı. Hemen defterleri kutudan çıkarıp üst
üste yanıma koydum. Bir kahve almalıyım.
Mutfağa
giderken aynaya şöyle bir baktım. Gözlerimdeki ışıltı içime sevinç dalgaları
yaydı. “Yok be! Çirkin değilim. Güzel bile sayılırım. Hatta güzelim, güzel…”
Bir yanımda şekersiz kahvem, diğer yanımda sözlük, önümde ise adeta başka bir
hayata giriş kapısı gibi duran el yazısı defterler… Artık hazırım.
En
üstteki. Kenarları iyice yıpranmış ve sararmış sayfalar. Baş tarafta bir isim
yazıyordu: Klaus Wilde. Defterin sahibi olmalı. Yani hayatına gireceğim kişi.
Ne tuhaf! Kitap, defter ya da yazılı bir notun zaman kavramı ile birebir
ilişkisi bulunmuyordu. Yıkıcı etkisini saymazsak, okuyan hangi zamanda ise o an
işliyordu ya da okuyucu yazının zamanına gidiyordu. Yazı ancak okunurken var
oluyor ve varlığı biliniyordu. Okunmayan yazılar, zamana uğramadan yitip
gitmeye mahkûmdu. Muhtemelen Klaus yıllar önce ölmüştü. Oysa ben defterini
okumaya başladığımda yaşıyor olacaktı. Yazdıklarını okuyarak Klaus’un
dirilmesini sağlayacaktım. Yazı ne müthiş bir şey! Zamana meydan okuyabilen
nadir cüretkârlardan… Bir sayfa çevirdim. Bir tane daha… Bu sayfalarda Klaus’un
parmak izleri vardı. Kim bilir ne duygular geçirdi parmak uçlarından kâğıdın
gözeneklerine. El yazısı defterler sadece kişinin ruhunu yansıtmakla kalmaz,
fiziksel özelliklerini de alır, bütünleşir. Klaus kibar biri olmalı, kalemi
bastırmadan yazmış. Sanki mistik bir iletişime geçtiğimi hissettim.
Bu
sayfada üç isim daha vardı:
Werner
Heyde
Herta
Oberheuser
Gerhard
Wagner
Wagner
soyadı, bana ünlü müzisyen Richard Wagner’i anımsattı. Acaba Gerhard’ın,
Hitler’in en sevdiği müzisyen olan Richard Wagner ile bir yakınlığı var mıydı?
Sayfaları çevirdikçe sorularıma cevap bulacaktım, Klaus’un yazdıklarından ya da
yazmadıklarından. Bir sayfa daha…
J-2
ASSAY… Yani, J-2 deneyi…
Sayfaları
çevirdikçe hayal kırıklığına uğradım. Kimyasal formüller ve tıbbi terimler.
Defter genetik bir deneyle ilgiliydi. Canım sıkılmıştı. Ben bir deneye değil
Klaus’un hayatına girmek istemiştim. Klaus ne sever? Düşündükleri ne? Hayalleri
var mı? Ya da hayal kırıklıkları? Nelere üzülmüş? Âşık olmuş mu? Acı çekmiş mi?
Evli mi? Karısıyla mutlu mu? Neler yaşamış? Ama işte önümde tıbbi bilgilerle
dolu bir defter… İkinci defteri elime aldım. İlk sayfada sadece J-2 ASSAY
yazıyordu. İlk defterdeki deneyin ayrıntıları bu defterde yer almıştı. Son
defterden de ümitli değildim. Belli ki Klaus sadece tıbbi kayıtlar tutmuştu.
Sıra üçüncü defterde: Dibe vurmuş bir ümitle sayfalarını aralamaya başladım. Bu
daha farklıydı. Diğer ikisi lacivert deri ciltli iken elimdeki alelade bir okul
defteriydi. Biraz da özensiz görünüyordu. İlk sayfada yine “Klaus
Wilde”,amaikinci sayfa! O ikinci sayfa beni ümitlendirdi.
NACHT
BUCH: GECE DEFTERİ
Kalp
ritmim hızlanmaya başlamıştı. Gece defterinde ilginç şeyler bulacağımı
düşünüyordum. İlk satırlarla birlikte defterin dünyasına girdim.
14 Kasım.
Sonunda Ursula uyudu. Bir an sabaha kadar
konuşacak sandım. Onun acımasız ve bencil yanlarını görmek içimi sızlatıyor.
Evlendiğim kadın bu muydu? Tanıyamamışım. Ancak şartlar oluşmayınca insanları
tanımak kolay değildir. Maskelerini çıkarmaları için sıra dışı durumlar gerekir.
Bugün Ursula, eski arkadaşı Mia için neler düşündüğünü açıkladı. Bu benim bile
kaldıramayacağım kadar iğrençti. Mia’nın büyükannesi Yahudi olduğu için
işaretlenmişti ve küçük oğlu David de. Küçük tatlı David. Doğumunda hastaneye
ziyarete gittiğimiz David. Ursula, David’i genetik deneyde kullanmam için beni
iknaya çalıştı. Bütün gün annesinin eteğine yapışıp çalışmasına engel
oluyormuş. Mia’yı hizmetçisi yapmakla tatmin olmamış demek ki! Tamam, Führer’in
anlattıklarından ve gösterdiklerinden Yahudilerin nasıl varlıklar olduğunu
anladık. Ama onlar bizim ailemiz gibiydi. İnsan bir anda ailesinden
vazgeçebilir mi?
Artık uyumalıyım. Sabah J–2 deneyi için üç
aile gönderilecek. Erkenden labratuara gitmem gerek.’’
İlk
sayfadaki yazı bu kadardı. Klaus’un karısının Ursula olduğunu öğrenmiştim.
Acımasız, bencil Ursula… Ama asıl önemli olan defterlerin kıymetiydi. Birinci
elden Nazi itirafları, tıbbi deneyler. Şimdiye kadar kimse defterlerin
kıymetini anlayamamış mıydı? Kimse farkına varmamış mıydı? Yerimde duramıyordum.
Semih’i aradım. Kitapları bırakan şu kuzenimi…
“Deli
misin kızım? Saatten haberin yok mu senin?”
“Of!
Semih! Geçen gün getirdiğin kitaplar kime ait, öğrenmem gerek. Elimde ne
olduğunu bilsen, tam bir hazine…”
“Şu
hazineyi yarın öğrensem olmaz mıydı? Rüyamda tropik bir adada tatildeydim.
Uykumu da kaçırdın.”
“İyi
ya, madem uykun kaçtı, anlat bakalım.”
“Tamam,
baş belası tamam… Evi satılığa çıkaran yirmi beş yaşlarında bir genç…
Anneannesi geçen ay ölünce satmaya karar vermiş. Dedesi bilim adamıymış. İkinci
dünya savaşından sonra Türkiye’ye yerleşen Almanlardanmış. Burada evlenmiş.
Annesiyle babası da küçükken ayrılmışlar. Annesi Güney Amerika’da bir ülkeye
yerleşmiş. Unuttum şimdi. Paraguay mıydı, Uruguay mıydı? Babasından haber yok.
Bütün bildiğim bu.”
Semih’ten
başka bir şey öğrenemeyecektim.
“Hadi,
sen uyu!”
Konuşmasına
fırsat vermeden telefonu kapattım. İlk baktığım defteri tekrar elime aldım. Ama
bu sefer daha dikkatli, daha nazik… Kahve kupasını da biraz daha ittirdim, ne
olur ne olmaz! Şeytan buralardadır falan, kahveyi döküverir defterlerin üstüne.
Ben tedbirimi alayım da. Birkaç sayfa daha okudum. Anladığım kadarıylaJ-2
deneyinde bir büyükbaba, bir baba ve iki torun denek olarak kullanılmıştı.
Alınan örneklerde monoamin oksidaz enzimi ve MAO-A geni incelenmişti. Deney
defterinde deneklere verilen ilaçlar ve bulgular not edilmişti. İkinci defteri
de açıp önüme koydum. Defterler birbirini tamamlıyordu. İkinci defterde
deneklerin psikolojik uyarımlara verdikleri tepkiler kaydedilmişti. Aynı
şekilde incelenen beşaile daha vardı. Sonuçlar yazılmış fakat çıkarsama
yapılmamıştı. Bu da benim, deneylerin ne amaçla yapıldığını, hangi sonuca
vardıklarını anlamamı zorlaştırıyordu. Google’dan monoamin oksidaz enzimine
bakarak bir fikir sahibi olabilirdim. Bu enzim dopamin, serotonin ve
nöropeninefrin gibi nörotransmitter meloküllerin yıkımını gerçekleştiriyormuş.
Dopamin ve serotonin mutluluk hormonu olarak biliniyordu. Nörotransmitter
molekülleri sinir hücreleri arasındaki haberleşmeyi sağlıyormuş. Bu enzimin
eksikliğinde ve MAO-A geninin mutasyonunda kişide saldırganlık ve şiddet
artıyormuş. Deneylerle ilgili defterleri bir doktora göstermek üzere kaldırdım.
Yine Klaus’un günlüğüne döndüm. Günlük düzenli tutulmamıştı. Arada bir haftalık
ya da on günlük boşluklar vardı. Bazı günler tek cümlelik sözler yazılmıştı.
17 Kasım.
Artık neyin doğru neyin yanlış olduğu
birbirine karıştı. Geceleri uyuyamaz oldum. Gündüz ise gözlerim açık ama zihnim
uyuyor. Duyduğum her haber beni biraz daha insanlıktan uzaklaştırıyor. Karımın
şefkati ve merhametine muhtacım. Ama o en azılı SS subayından daha zalim. Bütün
Yahudilerin öldürülmesi gerektiğini düşünüyor. Ve benim çok yumuşak
davrandığımı söylüyor. “Ben bir bilim adamıyım, asker değilim.”
dedim. Sanırım bir askeri koca olarak tercih ederdi. Git gide aramızdaki uçurum
açılıyor.
18 Kasım.
En sevdiğim saatler gece yarısından sonra
başlıyor. Ursula ve çocuklar uyuduktan sonra. Klaus’la baş başa kalıyorum.
Diğer zamanlar tanıyamıyorum Klaus’u. Duygularını ve insanlığını çıkarmış
Klaus’u. Bazı geceler sadece ağlıyorum, saatlerce. Biraz olsun insan olabilmek
umuduyla. Bugün Werner ve Herta’nın bir bilim adamına yakışmayacak davranışları
beni çok üzdü. Yaşlı denek Joseph kalp krizi geçirdi. Üç torununu yanına
koydular ve küçük çocukların ağlayışları arasında ölmesini hissiz birer heykel
gibi izlediler. Olduğum yerde çaresizlikten kıvranıp durdum. Ve kendimden
nefret ettim. Korkak, zavallı biriyim.
27 Kasım.
Yeni denekler, yeni kurbanlar.
27
Kasımdan sonra Aralık ayında sadece üç gün not yazılmıştı. Üçünde de aynı cümle
vardı:
“Yeni denekler, yeni kurbanlar.”
31
Aralık da yine tek bir cümle:
“Kurban biz miyiz?”
Psikolog
değildim ama Klaus’un tanık olduğu şeylerin onu buhrana sürüklediğini anlayabiliyordum.
Son derece rahatsız olduğu belliydi. İlk başta isyan edercesine yakınmaları bir
çırpınışın sonucuydu. Oysa zamanla çarkın içine girerek teslimiyete yönelmişti.
Klaus’a acıdım. Vicdan azabı çekiyordu. Belki o katledilen Yahudilerden bile
daha acınacak durumdaydı. Çünkü insanlığını yitiriyordu.
Sabah
oluyordu. Kalktım banyoda yüzümü yıkadım. Gözlerim kanlanmıştı. Bir iki saat
uyusam hiç olmazsa… Sabah Arzu’yu ziyarete gitmem gerek hastaneye. Nerdeyse
birlikte büyüdük Arzu’yla. İki ay önce mide kanseri teşhisi kondu. İki ayda
çökertti melun hastalık onu. Hızla erimesi içimi parçalıyor, hatta Kerim’in
acısını bile unutturuyor bana. Tek aşkım, altı yılımı verdiğim adam,
Hollanda’dan aldığı bir iş teklifiyle hayatımdan çıkıverdi. Hem de bütün
kapıları kapatarak. Meğer onun için ne kadar değersizmişim. Sadece “Hoşça kal!”
demişti bana. “Hoşça kal, kendine iyi bak!” Ama üzülecek durumda değilim.
İnsanlar canı ile uğraşırken aşk acısı çekmek lüks olur. Sabah Arzu’ya uğrayıp
bir iş görüşmesine gittim. Ama bütün bir gün aklım defterdeydi. Eve dönmeyi
iple çektim. Duşa girdim, bir tost yaptım. Yemek hazırlamakla vakit
kaybedemezdim. Defterleri önüme serdim.
12 Ocak.
Helga’nın doğum günü. Sevgili, minik Helga. 7
yaşına girdi. “Yedi yaşın tüm şirinliğini ve masumluğunu taşıyordu” demek
isterdim. Ama yok. Ursula kötü örnek olmuş sevgili kızıma. Daha bir yıl
öncesine kadar birlikte oynadığı David’e bir dilim pastayı çok gördü. Gözlerine
baka baka yedi ve bir parça bile verilmesine de müsaade etmedi.
13 Ocak.
Bugün laboratuvara gittiğimde büyük bir telaş
karşıladı beni. Her yer sabunlu sularla yıkanıyor, çalışanlar oradan oraya
koşturuyordu. Führer’imiz Adolf Hitler gelecekmiş, hazırlıklar da ondanmış.
Odama girdim ve kapıyı kapattım. Hiçbir şeyle ilgilenmek istemiyordum. Hele denekleri
görmeyi hiç istemiyordum. Bir saat öylece oturdum. Herta gelip bir şeyler
sordu. Uykusuz olduğumu söyleyip savuşturdum. Bir saat sonra odamdan çıkmak
zorunda kaldım. Führer gelmişti. Hepimiz yemekhanede toplandık. Führer sadece
doktorların kalmasını istedi. Diğerleri dışarı çıktı. Ben, Helga, Gerhard ve
Werner sandalyelerimizi yan yana dizdik. Führer’e hemen bir kürsü getirdiler.
Her birimizin gözlerine tek tek bakarak konuşmaya başladı. “Bu sözlerime
inanmakta güçlük çekeceğinizi biliyorum. Ama hepsi gerçek… Yahudileri neden
toplama kamplarına doldurduğumu biliyor musunuz? O masum ifadelerinin altında
yatanları. Gizli güçlerim hakkında bilginiz var mı? Önüme serilen gelecek ile
ilgili öngörüler benim bunları yapmamı gerektirdi. Eğer bugün önlerini kesemezsek
yakın gelecekte bütün insanlık Yahudilerin kölesi olacak. Onların izni olmadan
bir yudum su içemeyecek ve yiyemeyecekler. Kendilerine karşı olanları
acımasızca yok edecekler. Sizden tek isteğim, genetik saldırganlıklarını
bilimsel olarak kanıtlamak. Böylece bir gün bütün insanlık haklı olduğumu
anlayacak ve tarih beni doğrulayacak.”
Führer Tibet rahiplerinin öğretilerinden ve
Thule gizli gücünden bahsetti. “Thule’nin tüm sırları, eski, kayıp bir
uygarlığa dayanır. İnsanoğlu ile dış zekâlar arasında bazı varlıklar, bu
sırlara erenlere büyük bir güç kaynağı oluşturmaktadır. İşte bu güçtür ki
Almanya’yı dünyaya egemen kılacaktır.”
Hepimiz büyülenmiş gibi dinliyorduk. Çok
etkileyiciydi. Konuşma bittiğinde vicdanlarımız rahatlamış, işimizi daha bir
ciddiye alır olmuştuk.
17 Ocak.
Ursula, sonunda aradığı bahaneyi bularak Mia
ve David’i Dachau kampına gönderdi. Suçu iki kadeh kırmakmış. Yemek takımı
bozulmuş. David de izinsiz kurabiye yemiş. O kamplarda neler olduğunu hepimiz
biliyorduk oysa.
18 Ocak.
Mia’yı ve David’i SS’ler yolda vurmuş.
Söylediklerine göre kaçmaya çalışmışlar. 24 Ocak. Yüzlerce denek geldi. İşimize
yarayacakları seçtik. Diğerlerini ölüme gönderdik.
4 Şubat.
Üç denek aileyi kampa gönderdik. Artık
onlarla işimiz bitmişti. Gözlerindeki yalvarma içimi acıttı. Umarım Führer
haklıdır. Yahudiler hakkında söyledikleri ve çizdiği korkunç gelecek bu
yaptıklarımızın haklı olduğunu ortaya çıkarırsa ancak vicdanlarımız hafifler.
Hitler’in sözleri birer vecibe gibi ruhlarımıza işlemişti: “Yahudiler ile
ilgili gerçekleri görme şansına erdim. Bugün benim öldürmediğim Yahudiler ve
olacak çocuklarının 50 yıl sonra yapacaklarını gördüğünüzde bana hak
vereceksiniz.”
Hitler’in
Yahudiler ile ilgili sözlerini daha önce de okumuştum. Ama ben de dünyanın geri
kalanı gibi yaptığı kıyıma kılıf uyduran bir psikopatın sözleri olarak
bakmıştım. Şimdi, eğer farklıysa gerçeği öğrenme şansını yakalamıştım.
Gerçekten buna inanıyorlar mıydı? Bundan sonraki sayfalarda önemsiz birkaç
cümle geçiyordu. Ama 5 Mayıs ilginçti.
5 Mayıs
J–2 Assay sonuçları birer birer
karşılaştırılmaya başlandı. Sonuçlar inanılmaz! Sanırım Hitler bir kez daha
haklı çıkacak. Deneklerde yapılan MAO-A genomu babadan, anneden çocuğa
dejenerasyona uğrayarak geçiyordu. Bu hızla sadece 3–4 nesil sonra, zaten
kapalı bir toplum olan, kendi içinde evlenen Yahudilerin dünyayı cehenneme
çevireceği öngörülebilir. Özellikle de dünyadaki finans merkezleri ellerinde
olursa… Sessiz ve göze batmayan milletler güçlendikleri zaman zalimleşebilir
mi? Hitler, Thule sayesinde geleceğin bilgilerine ulaşmış olabilir miydi?
Gelecekte zalimliği önlemek için zalimce davranması onu haklı göstermezdi. Hem
gerçekleştirilmemiş bir suç için kişi cezalandırılabilir mi?
Okuduklarım
karşısında şaşkına dönmüştüm. Sanki bir bilim-kurgu eseriyle karşı karşıyaydım.
Tom Cruise’in oynadığı “Azınlık Raporu” adlı film aklıma geldi. Filmde olayları
önceden görme yeteneğine sahip kişileri kullanarak suçun işlenmeden önlenmesine
yönelik bir yöntem uygulanıyordu. Suç işleyeceği tespit edilen kişiler suç
işlemeden tutuklanıyor, ama bu yöntemin yanlış olduğu anlaşılıyordu. Suç
işlenmeden cezalandırmak da bir suç değil miydi? Okuduklarımı paylaşmam
gerekliydi. Defterleri çantama koyup Semih’e yollandım. Tam akşam yemeği
vaktiydi. Arayıp haber verdim.
“Önemli
bir durum var. Mutlaka görüşmemiz gerekli.”
Koca
bir karışık pizza onun gönlünü almaya yeterdi. Kapıyı açıp pizzayı görünce ağzı
kulaklarına vardı.
“Niye
söylemedin pizza alacağını? Ben de kahvaltı yaparız diye çay koymuştum.”
Pizzayı
salondaki büyük sehpanın üstüne koydum. Mutfaktan iki tabak ve iki bardak
getirdim. O da buz gibi bir kola çıkardı. Daha fazla sabredemeden çantamdan
defterleri çıkardım. Diğerlerini koltuğun üstüne bırakıp günlüğü elime aldım.
Semih’e defterin içeriği ile ilgili bilgi vermeye hazırdım ki televizyondaki
ses beni durdurdu. Haberlerde Gazze’de ölen çocukları gösteriyordu. Ve
Yahudilerin katliamı alkışlar eşliğinde izlediğini. Bir Yahudi’nin tişörtüyle
verdiği poz Klaus’un bulgularını kanıtlar gibiydi. Tişörtte hedef alınmış
hamile Müslüman bir kadın ve “Two dead in one shoot” (bir atışta iki ölü)
sözleri elimdeki defterin düşmesine neden oldu. TV karşısında öylece kaldım. Anladım
ki tarihi ancak zaman yargılar.
Binnur Tekinalp
Related
Mükemmel bir öykü. Lütfen böyle öyküler yazın ve okuyalım. Başarılı olmanızı temenni ediyorum tebrikler