KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Adam yatağına uzanmış, kıpırdamadan öylece, boylu boyunca yatıyordu. Ne kolunu kaldırmaya hali vardı ne de geçmişindeki anlara geri dönmeye gücü. Geçmişi karanlıklarla dolu bu adam için dünya durmuştu. Zaman geçmiyordu. Duvarına astığı o saat, sadece onun yaşadığını bildiren tek nesneydi. Bu dünyada; duvar saati ve yatağından başka hiçbir şeyi kalmamıştı. Bir ailesi de yoktu. Hepsini bir kumar masasında harcamıştı. Para gibi kullandığı ailesi uzaklaşmıştı kendinden.
Kim severdi ki; içki içen, kumar oynayan adamı?
Zamanda bir türlü geçmiyordu ki! O beklediği ansız ölümde bir türlü gelmiyordu. Adam, sinirlenmiş bir vaziyette ayağa kalkıp duvar saatini yere indirdi. ‘Bir duvar saatine bakmak da neyin nesiydi?’ diye düşündü. Zamanı durdurmayı çok isterdi adam. Duvar saatini yere indirmesi zamanı durdurmamıştı. Kapı çalıyordu ve adam hiç sesini çıkarmadan öylece yerdeki duvar saatine bakmaya devam ediyordu. İçki alacak beş kuruş parası bile kalmayan bu zavallı adam, şimdi de zamanı satmayı aklından geçirdi. Kapı çalmaya devam ediyor, adam yine de yerinden kalkmıyordu. Yere indirdiği duvar saatine son bir bakış atıp, kalktı yerinden. Kapıya doğru yöneldi ve tam kapıyı açacakken; kafasına bir silah doğrultan, mafya kılıklı Süleyman Bey’le göz göze geldi.
Süleyman Bey, parasının peşinde olan tipik kumarbazlardan birisiydi. Adamın parası yoktu. Hepsini kumar masasında harcamış, yetmemiş karısını ve kızını başka serseri kılıklı adamlara pazarlamıştı. Şimdi bir tek canı kalmıştı geride.
Süleyman Bey;
“Son duanı etmelisin alçak!” diye bağırdığı anda; duvar saatinin o güzel ‘guguk guguk’ sesi kapıdan işitildi.
Adam; “Zamanım geldi, beklediğim an bu andır.” dedi.
Süleyman Bey, silahla oracıkta adamı göğsünden vurup kaçtı. Silah sesi, şiddetli bir şekilde mahallede duyulmuştu. Şimdiye polisler gelir diye düşünen Süleyman Bey, kaçarak kendini polislerin elinden kurtarmak için koşar adım uzaklaştı. Oysaki adam ölmemişti. Kanlar içinde yerde, geçmişinde yaptıklarını düşünür bir halde, uzanıyordu. Birden aklına duvar saatinin ötüşü gelmişti. Saatin ötüşüne göre şimdiye kadar ölmesi gerekirdi ama o ölmemişti. Zamana da güveni kalmamıştı.
Mahallede, bağıran kadınların sesini işitti; “komşularrr! yetişin adamı vurdular!” diye bağıran mahalle kadınları, bütün sokağı ayağa kaldırdılar. Adam yerinden kalkamıyordu. Kanlar içinde öleceğini biliyordu. Duvar saati belki de doğru zamanı bildirmişti ona.
Ambulans sesleri, sokağın başından duyuluyordu. Adam; ‘
“Ölmek istiyorum. Saate göre çoktan ölmeliydim!’ diye bağırmaya başladı.
Komşular çoktan olay mahalline yetişmişlerdi. Adam’a yardım etmeye çalışanlar, su vermeye çalışanlar, kanı durdurmaya çalışanlar; kendilerini doktor ilan eden yardımsever vatandaşlar hemen orada bitmişti. Ambulansla birlikte polis de gelmişti olay mahalline. Polisler, tek tek duyarlı vatandaşları sorguya almaya başlamışlardı bile. ‘Suçluyu kim gördü?’ sorusuna cevap alamayan polisler, kanlar içinde yerde yatan adamın yanına gidip, “Konuşabilecek durumda mısın be adam?” diye sorguya almaya çalışmışlardı. Adamın ağzından sadece “Duvar saati” lafını işitebilmişlerdi. Ambulans; hastayı hastaneye götürürken, adamın ağzından ‘Duvar saati’ kelimesini duymaya devam ettiler. Adam, duvar saatinden başka hiçbir kelam etmiyordu.
Hastaneye geldiklerinde; doktorlar, acil serviste adamın yarasına müdahale etmeye çalışsalar da başarılı olamıyorlardı. Çok kan kaybetmiş bir hastanın, tekrar hayata dönmesinin imkânsız gibi göründüğünü söyleyen doktor, hastanın ölebileceği ihtimalini de vermişti.
Doktorlar, adamı ameliyata alamıyorlardı çünkü adam çalışan bir vatandaş değildi ve bu yüzdende sigortası yoktu. Sigortasız bir hastayı ameliyata almak demek, doktorlar için risk teşkil ediyordu. Adam, kanlar içinde rüyalara dalmaya başladı. Vücudunu hissetmiyordu artık. Hayatı fonksiyonlarını da kaybediyordu. Biliyordu, ölüm yakındı. Ölümün nefesini hissedebiliyordu. Aklına karısı ve kızı gelmişti. Kumarbaz adamın eşi ve çocuğu olduğu için her ikisi de şansızdı. Evdeki bütün eşyaları satmıştı adam. Televizyondan buzdolabına kadar eskiciye satmıştı. Bir tek elinde yatağı ve o çok sevdiği duvar saati kalmıştı. Duvar saati de annesinden yadigardı. Eşi ve kızını satmaya kıymıştı ama duvar saatini satmaya kıyamamıştı. Ölüm hissi insanı birden derin düşüncelere daldırıyordu. Son nefesini bu hastanede vermek istemeyen adam, doktorun kulağına; ‘duvar saati’ diye seslendi. Doktor adamın söylediğinden hiçbir şey anlamayarak, kanı durdurmak için canla başla mücadele etmeye devam etti. Kimse adamı dinlemiyordu. Kimse onun ne demek istediğini anlamıyor ve kimse de yardım etmiyordu.
Ölüyordu işte! Bunun haberini vermemiş miydi duvar saati? Kızına ve eşine olan özlemi kalbinde hisseden adam, “pişmanım!” diye feryat etti. Son anını yaşıyordu ve o pişmandı. Geçmişin verdiği yükle öbürkü dünyaya gidiyordu. Ama annesinin yadigarına sahip çıkmıştı. Bu yüzden de annesinin yüzüne rahat bir şekilde bakabilecekti.
Beyaz ışığı görmeye başlayan adam, o ışığın sonunda beliren bir yüzü tanımaya çalıştı. Annesiydi bu. Annesinin o güzel, meleksi yüzüydü. Ama annesi yüzüne bakmadan, uzaklaşmıştı o beyaz ışıktan. Adam; “Gitme anne! Bak duvar saatine sahip çıktım.” diye bağırsa da annesine sesini iletememişti. Annesi çoktan uzaklaşmıştı. Adamın kalbi duruyor, doktorlar kalp masajı yaparak son bir defa adamı geri döndürmeye çabalıyorlardı. Adam bu sefer de beyaz ışıktan ziyade, kendini cehennemin ortasında buldu.
Yanıyordu. Günahlarının bedelini böyle ödüyordu. Alevler hem vücudunu yakıyordu hem de pişmanlıklarını… Bu yolun geri dönüşü yoktu. Doktorlar, yapacak bir şeyin olmadığını ilan ettiklerinde, hastaneye yeni gelen asistandan ölüm saatini bildirmesini talep ettiler. Asistan şaşkın bir vaziyette; ilk defa bir ölüme şahitlik ederek, gözlerinden bir damla yaş akıttı. Adam bu dünyanın zamanında değildi. Çoktan bu dünyanın zamanına veda etmişti. Duvar saatinin o guguk sesi, ölüm haberini vermişti. Adam, başka bir zamanın diliminde şimdi annesinin yanındaydı. Annesinin guguklu, o çok sevdiği duvar saatine sahip çıkmıştı ama kendi ailesine sahip çıkamamıştı. İnsanlar arkasından; ‘kötü insandı’ diye söylenmeye başlamışlardı. Eşini ve kızını satan kumarbaz adam nağmeleri arkasından okundu. Bir ezan gibi.
Şimdi kimsesizler mezarlığında; arkasından ne bir ‘Yasin’ okunmuş, ne de ‘çok severdik biz onu’ ağıtları söylenmiş, öylece boylu boyunca, duvar saatin zamanı olmadan yatıyordu. Onun için, bir tek, hastanedeki asistan çocuk ağlamıştı. Ama adam bundan habersizdi. Arkasında bir tek duvar saatini bırakan bu adam, bu dünyadan göçüp gitmişti. Aylar sonra, polisler tarafından yapılan araştırmalara ve aramalara göre; katil Süleyman Bey’di. Bu olayın peşini bırakmayan polisler, Süleyman Bey’i yakalamışlardı. Süleyman Bey’de artık cezasını çekecekti. Dört duvarda, sevdiklerine duyduğu özlemle, günün belirli zamanında ölüm korkusuyla, ömrünü hapishanede çürütecekti. Onun da sonu böyleydi. Kötü insanların sonu hiçbir zaman mutlu sonla bitmezdi.
Elbet herkes; bir gün, bir zamanda cezasına razı gelecekti. Kimisi hapishane ile öderken bu cezasını, kimisi ise ölümle ödeyecekti.
Duvar saati kaldığı yerden zamanı göstermeye devam edecekti. Pili bitene kadar da yaşama kaldığı yerden tutunacaktı. Zamanla birlikte …
Kübra Erbayrakçı