0

Yaşlı Meşe, dallarına takılan, taşlarla düşürülmeye çalışılan topu, gövdesine atılan tekmeleri umursamadan, dallarının arasındaki çataldan kurtarmak için gövdesini oynatmaya çalıştı; en sonunda çatalda kalan top döne döne düştü, bağırışlar, çığlıklar, zafer naraları…

İnsanoğlu büyürken öğreniyordu, belki de sahip olduklarını kaybetmemek adına her yolun mubah olduğunu.

Eylül sonu gelmiş, yapraklar aheste aheste dökülmeye başlamıştı. Güneş, en yükseğe çıktığı şatafatlı günleri özlercesine alçalmaya başladı. Eylül devrildi ekime, ekim buyur geç dedi kasıma. Bulutlar kurşuni rengini almış, ışık soluklaşmaya başlamış, yeşil ise kendini doğanın sandığına kilitlemeye mecbur olmuştu bir süreliğine.

Rüzgâr ise neşeliydi; çünkü en üretken olduğu dönemi başlamıştı. Bulutları önüne katarak yağmuru, boranı, fırtınayı bu dünyanın hikâyesine iliştiren kendisiydi. Bulutlar, kâh gri kâh kara bulutlar…’Ben sizin sevdanızın bulutlarıyım,’ sözünü insanın yâdına koyan bulutlar…Daha fazlalar şimdi, daha kalabalık.

Yaşlı Meşe’nin bütün yaprakları dökülmüş denilemez, çünkü en alttaki dalda, sapsarı rengi ile suni aydınlatma aracını andıran, kimi zaman bayrak gibi sallanan bir yaprak kalmıştı dökülmeyen.

“Şiştt…” dedi.

Yaprak ise oralı olmadı.

“Hey! Hadi bırak kendini de artık ben de bahara kadar uyuyayım bahara dek!”

Yaprak ağacın gövdesine hafifçe kaykılarak baktı, durumu anlamıştı.

“Bırakmam.”

Yaşlı Meşe şaşırdı, şaşırdığını da hafifçe sallanarak belli etti.

“Ne demek bırakmam! Her yaprak gibi senin de benden ayrılıp gitmen gerek!”

“Gitmem.”

İyice sinirlenen Yaşlı Meşe, düşmesi için Rüzgar’ın da yarımıyla sert bir şekilde sallandı.

“Düşmem,” dedi yaprak, tartışarak yürüyen karı kocaya bakarak…

Zamanla bu ilginç durum daldan dala, ağaçtan ağaca, Rüzgar’a, Bulut’a hatta Güneş’e dek duyuldu. Tevatür üstüne tevatür…Artık yaprakların dökülmeyeceğine, sararmayacağına dair aslı astarı olmayan bir sürü lafügüzaf…

Bu arada herkes, yani doğayı doğa yapan ne varsa bu alemde bu inatçı yaprağa “Sonyaprak” ismini uygun gördü ve bundan sonra bütün yapılan dedikodularda bu isim kullanıldı.

Durumun ciddiyetini anlayan Yaşlı Meşe, arkadaşlarından yardım istedi. Böyle giderse hiçbir ağaç yapraklarını dökmeyecek, doğa kendini tekrarlayamayacaktı.

Bulut, biriktirdiği tekmil yağmurları koca koca damlalar halinde boşalttı, olmadı. Rüzgâr, kuzeyden esti olmadı, güneyden esti olmadı, batıdan esti olmadı, doğudan esti olmadı, yoruldu, fısıldayıp öfleyerek uzaklaştı. Güneş’in aklına ise cin gibi bir fikir geldi. Hani ‘pastırma yazı’ dedikleri o sıcaklar var ya, işte ona başladı; sıcaktan, iyice susuz kalıp kuruyarak pıt diye düşeceğini sandı ama olmadı.

Yaşlı Meşe, Sonyaprak’ın bu direnişine akıl sır erdiremiyordu. Bir yandan da bu inat, yaşamaya dair bu güç hoşuna gitmiyor değildi. Sonyaprak’a anlatılması gereken buydu işte: döküldüğün an yaşamaya devam edeceği gerçeğini…

Toprağa karışmadan yaşama düşüncesi güzeldi ama diğerini yaşatmadan, kendinin sonsuza dek yaşamasının ne anlamı olabilirdi ki diye düşündü Yaşlı Meşe.

“Görünen dünya güzeldi ama her canlı kendi amacını gerçekleştirmeliydi,” diye mırıldandı ince dallarını hafiften titreterek.

Yaşlı Meşe bir yol, bir çare bulmalıydı; ama nasıl? Derken okulun karşısındaki sıvası dökülmüş binanın önündeki kalabalığı gördü. Aslında o kadar çok görmüştü ki bu kalabalıklardan, hepsi birbirine benziyordu işte. Öndeki insanlar tabutu sırtlarına alıp yürürken diğerleri taşıma sırasının kendilerine gelmesini bekliyordu; yüzlerindeki hüzün, malûm sonun bir anlık da olsa zihinlerindeki tezahürüydü. Hatta içlerinde “Bir an önce gömsek de şu karanlık kalabalıktan kurtulsak,” diye iç geçirenlerin sıradanlaşmış edaları da gözlerden kaçmazdı. Her şey, herkes gibi nasıl da birbirine benziyordu. Bu kasvetli havayı bozan sadece bir şey vardı; çocuk sesleri…Sonyaprak’a döndü:

“Bak bir insan daha o sonsuz dedikleri yolculuğu başlamış,” dedi manalı bir ses tonuyla.

“Aramızdaki sorunun çözümüyle insanların ne ilgisi var?” diye karşılık verdi Sonyaprak manalı bir cümleye manalı bir soruyla karşılık vererek.

“Şunu demeye çalışıyorum: İnsan öleceğini bilmesine rağmen, dünyaya çakılıp kalacakmışçasına yaşıyor ama neticesinde toprağa karışıyor.”

Yaşlı Meşe’nin söylediği son cümle Sonyaprak’ın dikkatini çekti. Her şeyi kendi çıkarı uğruna eviren, çeviren, yıkan, dağıtan, tekrar düzelten, tekrar bozan insan bile toprağa karışamamayı becerememişti, diye düşündü. Gücü zaman denilen sonsuzluğun içinde küçük bir tutkuydu belki de…

“Pekâlâ insan öldükten sonra da yaşar mı?”

“Yaşar tabii; hatıralarda eşyanın içinde, gülüşlerde hatta hüzünlerde…”

Sonyaprak anlayarak, hissederek kabullenmenin olgunluğuyla sustu. Bütün bu konuşulanları sessizce dinleyen Rüzgâr, bu önemli görevi, en anlamlı esişini yapmadan önce Bulut’u Güneş’e gönderdi olanı biteni anlatması için. Uzunca süre Güneş’i kapatan Bulut ağır ağır çekilerek, artık başlayabilirsin dercesine Rüzgar’la yan yana geldiler. Yaşlı Meşe görmüşlüğün, geçirmişliğin verdiği güvenle olanları izliyordu.

Rüzgâr, süzüle süzüle yanındaki çam ağacının yapraklarını hafifçe sallayarak Sonyaprak’a dokundu. Şiddetinin onu düşürecek kadar güçlü olmadığını biliyordu ama ilk esişte dalından koptu, Yaşlı Meşe’yle bakıştı, döne döne bahçedeki çocuğun kendisini izlediğini fark ederek, mutlu bir şekilde toprağa düştü. Yaşlı Meşe, bakışlarını sokağın ucundaki azalan kalabalığa çevirdi. Sonra, hemen ötede babalarının ardından ölüme inat oynayan çocukları gördü ve gülümsedi.     

Sinan Aras

Leave a Comment

İlgili İçerikler