KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Yeni bir düzen, yeni bir yaşam, yeni bir sayfa açabilmek için; günün belirli saatlerinde, acının ve hüznün olmadığı bir yerde, hiç kimselerin yokluğunda, yapayalnız…. Mutluluk peşinde koşturmak yerine, mutsuzluğu özüne benimsemiş ve mutsuzluk onun göbek adı olmuş.
O kahraman olma hayalleri peşinde, daha doğrusu, kahramanlıktan ziyade, hayatın içinde, en zengin insan olmak isteyen ama bir türlü kurduğu hayalleri gerçekleştiremeyen saf bir kişi olma yolunda, Zeki Müren’in şarkıları içerisinde; ‘öyle bir kara toprak’ şarkısında, kendini kaybedebilme becerisine sahip olmak için savaşan, hayat onun için bir hikâyeden, bir romandan ibaret olan, mutsuzluk ile bitebilecek bir hikâyenin sonunda hissedilemeyen duygularda; sen ve ben romanında kaybolmuş bir kişi. Hikâyeler onu mutsuzluk ile sınırlandırmış ve mutluluğun anlamını bilmeyen, asi bir genç. Yaşam, o kadar bunaltmış ki onu!
Anlamsızlık ile dert yanmaktan, hayata küfür etmekten, kendine gelemeyen bir genç. İsmini vermek istemeyen bu genç, isminin de bir anlamı olmadığını bildiğinden, ya da bir anlam vermek istemediğinden kullanmak istemiyor ismini. O, hayattan esintiler vermek yerine, hayatın tam da içine tükürmek istercesine, intihar eylemini düşünmekten yana bir tercih kullanmak istiyor. O, şarkılarda kaybolmak ve şarkıları tam da ismi yapmak için mücadele ediyor. Kitaplar; hayatı. Müzikler, kendisi. Filmler ise; kendisinden ziyade, hayatı oluyor.
Böyle büyümüştü ve büyürken de yalnız kalmıştı. Aynada, saçlarına düşen aklarına bakmaktan gına gelmişti. Oysa gençti. Oysa, hayatında kimse yoktu. Bir sevgilisi bile olmamıştı. Birisine güvenemeden geçirdiği yılları saymaktan, birisine, özgürce bakamamaktan yanar bir vaziyette, bir sevgili bile yapamamıştı. Onunda hayatı buydu ya da kaderi ya da kısmeti… Yaşlılar, bu söze daha iyi kılıf bulurdu ama o bulamamıştı. O, hayatında mutluluğu bulamamıştı ki!
Söz bulsun. Yine efkâr bastığı bir saatte, yine bir Funda Arar’ın derin sesinden, sigara çekmişti canı. Hüzünlendiğinde, en sevdiği manzaraya bakarken bulduğunda kendini; hep o eskileri düşünürdü. Eskiler, eskiler… Şimdi çok uzaklarda, yokluğunda, yalnızlığında, diğer insanlar onun varlığını anlarlar mıydı? Herkes kendi hikâyesindeydi ve anlamak değil de anlamsızlık hâkimdi bu dünyaya ve insanlar onun için yoklardı.
Bir film açtı. Hüzünlü filmler severdi o. Dram her zaman daha önemli olmuştu onun için. Film müzikleri de bir hayli etkiliyordu onu. ‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Tutku’ ismindeki film, kadınlara olan özgüvenini de alıp götürmüştü. Bir de kadın yönetmenin kaleminden çıkan filmler daha çok etkiliyordu onu. Kadınları seviyordu. Bir kadın olduğundan değil ama; kadınlar farklı kategorideydi onun için. Ocakta pişen kahvenin fışırtısında, kitap aldı önüne. Kitabın ismine bakmadan da, açmazdı ilk sayfayı. ‘Bitmiş Aşkların Emanetçisi’… Yine bir İclal Aydın kitabında, kendini kaybetme niyetindeydi. Bir başka sayfa, bir diğer sayfa derken, kitabın son sayfasında, gözlerinden akıttığı yaşın hüznünde, bugün de mutsuzdu işte.
“Ey mutluluk!”’ diye bağırdı. Tren garında, dağın tepesinde, boş bir arazide, çiftlikte, denizin dibinde, bağırmaya devam etti. Sesini kimse duymuyordu ve o da en çok buna kızıyordu. Elindeki kamera ile dünyayı gezme gibi bir anı oluşturmak derdine düşerken, parasızlık düşüverdi aklına. Para derdi olmasaydı, bir Balkan turu yapardı. Avrupa, Asya, bir de Afrika vardı… Afrika’da kara kara çocuklarla, bir arada tekrar büyümek, tekrar hayata olan bakış açısını değiştirmek niyeti taşımak isterdi. İstemek, hayal kurmak… Bunlar artık boş bir hissiyata dönüşmüştü. Aile yükü omuzlarında, hayatın yükü yetmezmiş gibi, ailenin yanında bir sığıntı gibi yaşamak, onu kahrediyordu. Kendisine ait bir ev hayali kurmak istese çok pahalıya patlardı şimdi. En iyisi hayallerin içerisinde kaybolmak yerine, hayal kurmayacak şekilde, bir gündüz, bir akşam kuşağına, kendini bırakma zamanı gelmişti. Zaman da bir hayli geçip gidiyordu. Zamanın sarhoşluğunda kaybolmuştu. İçki masasında, evin dağınıklığına kulak asmayacak şekilde, rakısını yudumlarken, Ferdi Tayfur’dan o en sevdiği müziğe, kendini hapseder bir halde, rakının beyaz kısmından tiksinirken, tuvalet yoluna gidene kadar kusmuştu. Kusmuk kokularından boğulduğundan, evinin balkonunda bir sigara daha yakıverdi. Sigara da ne iyi gelirdi şimdi ona.
Dünya kötüydü. Dünyanın içinde yaşayanlar; vicdansız, şerefsiz, kalpsizdi. Kendisi de kötü yollarda, kötülük için yaşamak niyetindeydi. Kalbi temizdi. Kalbinde taşıdığı o bomboş duygu, daha temizdi. Para sahibi olabilmesi için bir de çalışması gerekiyordu. Üniversite mezunuydu ve bu da yetmezmiş gibi yüksek lisans yapmıştı. Peki iş? Ona daha sahip olamamıştı. Çok okumaktan belki kafayı yemişti. Belki de, kafayı yemeden delirmişti. İş yoktu, para yoktu, mutluluk hiç yoktu.
Tanıdığı insanlar, Bodrum da Marmaris de gezerken, o, evinin bodrumunda tatil yapıyordu. Araba süren, kendi yaşıtlarına da bir hayranlığı vardı ama kendisi henüz iş bulamadığından, ehliyete sahip değildi. Ehliyet almak bedava olmadığından, parasızlık bir kere daha vurmuştu onu. Bu içki, sigara da kaybettiği günlerden kalan bir hediyeydi. Polisiye kitaplara olan hayranlığından dolayı, kendini kaybederken, zengin olmak için hırsızlık yapmak niyeti içerisine giriyordu, sonra vazgeçiyordu. Hırsızlık yakışmazdı ona. O cici kız olacaktı. Sonra banka soygunu yapmak geçiyordu aklından. Kendi kendine, bir deli gibi “Boş ver, boş ver. Sen aşk acısı bile çekememiş zavallı bir insansın. Aç bir Mega Star Tarkan’sın!” diyordu. Tarkan’dan vazgeçiyor, Sezen Aksu’nun şarkılarında İstanbul’u getiriyordu aklına.
Üniversite okurken çok yer gezmişti; İstanbul, Ankara, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan…. Şimdi ise bir hiç uğruna yaşıyordu. Evde müzik, kitap, film, üçlemesinde kayboluyordu. Gün geçtikçe daha çok kayboluyordu. Eriyordu ve onu buradan kurtaracak tek bir kişi bile yoktu. Yalnızdı ve biliyordu ki yalnız ölecekti. Bir insan için de en fenası, yalnız ölmekti. Yalnızlık, sürüklüyordu onu derinlere. Derin olmayan kuyularda bağırarak, sesini de duyuramıyordu.
Sonra… Sonrası yoktu ve ölüm hep aklına geliyordu. Düşüncelerde boğulurken, elinde bir hap, belki de elinde bir silah… Ama şimdi silah bulmakta zor bir işti. En kolayı halat bulmaktı galiba. En iyisi, bir damar şarkı, ardından bir film, en sonunda son sözleri okumak için bir kitap lazımdı ona. Gidiyordu… Biliyordu, gittiği yerde mutluluk vardı. Gittiği yerde, para vardı. Biliyordu, gittiği yerde insan vardı. İçkinin yanında bir ilaç….
Sonsuzluğa doğru çıkılan bu yolda, sanki bir şeyler eksikti. Eksik olan da aşktı. Evet, bir aşk gelip bulacaktı onu. Ya bir intihar sahnesinde ya da bir ölüm sahnesinde. Uykulu gözlerinde yaşaran gözlerine inat, gözlerini açıp, onu kurtarmaya gelen uzun boylu, kirli sakallı, yakışıklı bir gencin kucağında uyuya kaldı. Bir uzun çığlıklar, hastanede yakışıklı genç ve ölüm yoluna gidilen bir yerden dönülen virajda evlilik gözüktü ona. Mutluluk mu?… O duygu yine gelmedi…
Kübra Erbayrakçı