KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Genç berber, zemherinin bu uzun gecesinde yatsı namazını kılıp evine giderken dükkânına uğrayan yaşlı adamın aklaşmış saçlarını, sakallarını düzeltip taradıktan sonra kepengi kapattı. Dükkânı sabaha kadar duvarı süsleyen Müslim Gürses, Gülden Karaböcek posterlerine bıraktı. Hiç eve gidesi yoktu. Sigara dumanının her sabah köyün üzerine çöken sis gibi olduğu kahvehaneye giderken paltolarının yakasını kaldırmış, kafaları suçlu gibi eğik insanlara selam vermeyi ihmal etmedi. Kahvehanede arkadaşlarının oturduğu masaya gidip selam verdi. On dakika geçmeden ekmek arası köftesi de geldi. Köfteci tam eve gidecek iken genç berberin uğramasına kızardı ya ona işi düşüyordu.
Karıncalı renkli televizyondaki haber spikeri, sesini kalın mercekli gözlüğü ile bile puslu gören hatta duyma sıkıntısı çeken birkaç ihtiyara zor işittiriyordu. Gece gürül gürül yanan kaçak meşe odunuyla coşan sobanın, kirli pencerenin üzerindeki ara sıra çalışan fanın, içilen bayat çayların, oradan buradan konuşmaların ve dışarıdaki keskin ayazın ahengiyle devam ediyordu.
Ne genç berber ne masada okey çeviren arkadaşları ne de masanın etrafındaki bedavacılar geçen zamanın farkındaydı. Yaylı kahvehane kapısı açıldı. İçeriye soğuk hava ile beraber bir adam girdi. Sigara dumanını ve insanları küçük gören bir edayla süzdü. Selam vermeyince kimse de oralı olmadı. Kendi haline bırakılan kapı, çığlık atarak kapandı. Son soğuk hava ve ürpertisi de kesildi, pek uğramasa da bu oyun oynanan kahvehanede. Adam çok zorlanmadı. Avını gözüne kolay kestirdi. Gençlerin masasına yaklaştı. Sobanın hava deliğinden sızan ışık, adamın çehresini, korkuluk gölgesi gibi gençlerin masanın üzerinde titretti. Ve berbere “neden eve gelmedin ulan?” demesiyle… Onun sağ yanağında şimşeğe benzer, Osmanlı kendini gösterdi. Sadece o an o kısa anlık zamanda. Penceredeki fanın, kendi halindeki televizyonun, ayak seslerinin ve şırıl, şırıl akan derenin sesi duyuldu. Masadaki gençlerin korkusu yüzlerinden okundu.
Her yol, her insan, her gidiş, iyi ya da kötü bir serüven ve hikâyedir. Sahilde ikamet ettiğim kiralık evim. Seni böyle hayal etmemiştim. Demek ki bazen fotoğrafın öbür kısmı eksik oluyor. Diğer yandan yaz gecelerinde Akdeniz’in o eşsiz güzelliğini seyrederken sahili okşayan dalgaların şarkısını duyabiliyorum. İnsanın kendini kandırması için pek de iyi bir bahane sayılmaz belki. Ve portakal çiçeklerinin o eşsiz kokusu bunu es geçmeyelim. Sizce de güzel değil mi? Çünkü bir çocuğun mutluluğu çok kıymetlidir. Ve insanın hayalleri de. Her şeyin kendi gibi kaldığında güzel olduğunu ve insanın onu değiştirmeye çalıştıkça bozulduğunu artık anladım. Mutluluk yürüdüğünüz yolda karşınıza çıkarsa sizindir. Arayıp bulmaya çalışmayın.
Küçük yalanlara kolay inandığım o toy devrim artık çok geride kaldı. Öyle mi dersiniz? Tabii ki değil. Hayat her an yeni şeylere gebe. Kalın kitaplar ve yasaklı şairlerin eserleri süsledi odamı. Her kaybediş, yeni tecrübe olarak hafızamda yerini aldı. Sonra kaçmak, en doğru karar olduğunu belli etti. İşte böyle. Bazen gitmen gerekir çok uzaklara ve gidersin. Eskiler mazide kalsın diye. Sonra geçer zaman ve yaralar kabuk bağlar. Artık geri dönmek için her şey bir bahane olur. İşte ben de böyle bir zamanda uydurduğum bir bahanenin peşine takılıp, çıktım evimden. Farklıydı bu kez memleket de olsa gittiğim yer.
Yine de… Yıllar sonra yabancı gibi geldim. Ucuz bir otel odası kiraladım. İç çamaşır, havlu, eşofman aldım yanıma. Almancılar, işçiler ve öğrenciler gibi sayılı gün kalıp dönecektim. Hiçbir önemi de yoktu. Rüzgârın önüne kattığı gazel gibiydim artık. Zaman değişiyor hayatta bir de insanın yüzü. Diğerlerinden ne varsa hep aynı. Bu şehrin kokusu bile… Umut edip bekleyerek geçen zamanda en çok özlemeyi öğreniyor insan. Gene de kalıcı değilim. Üç beş gün kalıp döneceğim.
Kentin parkı kaldığım eve yakındı. Çayı pahalı ve genelde taze olan mekân belki de beni sen çağırdın. Masamı silmek için gelen kadın ne kadar da zayıf. Laf olsun diye “burada sigara içiliyor mu?” diye soruyorum. Bazen herhangi biriyle gereksiz konuşmak istediğim olur.
“Tabii ki beyefendi.”
“Çay verin diyorum. Açık ve şekersiz. Artık dikkat etmeliyim.”
Çayı getirmeye giden kadın aksak mı ne? Geldiğinde kadının gözlerine içimden bakıyorum. Yok artık. Ela mı o gözler? Bu gözleri nerde olsa tanırım. Hayata kırgın ve kızgın olan o bakışları da…
Üç gün çabuk geçti. Islama köfte ve kabak tatlısı yemeyi de ihmal etmedim. Orhan Cami’nin bahçesinde çay ile demlendim. Sahildeki evime giderken eskilerden berber Ekrem ağabey aklıma düştü. Kıbrıs’a gittiğini duymuştum. Ve babasının ölüm döşeğindeyken, gelsin hakkımı helal edeceğim, diye haber gönderdiğini de. Onu boş verin de Ekrem ağabeyin babasından Azrail gibi korkan annesi, kocası evde yok iken oğlunun odasına gidip ağladığı olmuş mudur? Peki berber dükkânını bekleyen o posterlere ne oldu?
Yusuf Yılmaz