0

Kendin İle

Babaannesinin namaz kılarken kimseyle ilgilenemediğini ve -en eğlencelisi de- ne yaparsa yapsın ona kızamayacağını biliyordu. Secdeye eğilirken sessizce arkasına geçer, sırtına atlayıverirdi. Kadıncağızın tülbendi de omuzlarından yere doğru kayar giderdi. Babaannesinin eteğiyle oynar, önüne geçer ve onu güldürmeye çalışırdı. Hep kahkaha atardı Zuhal. Oyun arkadaşı olarak bir de dedesi vardı, kimseyle paylaşmak istemediği.

Hep birlikte yazları, haftada iki defa bağ evine giderlerdi. Dedesi mahsulleri sulamak için kendi yaptığı, üzerinde delikleri olan tenekeyi, sulama borusunun ucuna bağlardı, karıklar o şekilde sulanırdı. Zuhal suyun akışını, karık bitimine kadar takip eder, sonra da dedesine, sulama borusunu diğer karığa atması için seslenirdi. Bazen bu durum onu çok yorar, dedesiyle karığın ucunda beklerdi. O sırada henüz olgunlaşmamış karpuzları kesmesi için dedesine yalvarırdı. Dedesi ise gülerek: ‘’Kuşların yumurtalarına yaptığı gibi sen de otur hadi karpuza, hem belki büyür.’’ derdi. Zuhal her defasında deliye döner, kahkaha seslerini duydukça çığlık atarak yerinde zıplardı. Dedim ya, biraz huysuzdu Zuhal. İstediği olmayınca- karpuz kesilmeyince- mısır tarlasının içinde gizlenir, akşama kadar oradan çıkmazdı. Hasat zamanı geldiğinde ise, karpuzun kırmızılığı, her güldüğünde elmacık kemiklerine yansıyan Zuhal, onu doya doya yiyemediği için çekirdeklerine kızardı. Dedesi Zuhal’in karpuzunun çekirdeklerini hep ayıklardı.

Bir gün yine bağ evine gittiler. Zuhal hemen salıncağına koştu. Bir saate yakın bir süre inmedi salıncaktan. Kimse Zuhal’i duymuyormuşçasına şarkılar söylüyordu, bir ara yorulduğunu anladı, sustu. Kendini dinlemekten yapılacak işleri unutmuştu, şarkı söylemeyi bıraktığı an kiraz toplanacağını hatırladı. ‘’Beni de alın, beni de! Ben de çatıya çıkıp meyve toplayacağım!’’ diye söylenerek eve doğru koştu.

Evde kimse yoktu – ki buna şaşırmadı- ve sinirlenerek ağaçların yanına koştu. Terliğinin içine giren kuru, sert topraklar, Zuhal’in hızını bozmayı başaramadı. En büyük korkusu dedesinin yaptığı o uzun tahta merdivenden düşmekti. Basamakların aralığı da çok fazlaydı, hiç Zuhal’e göre değildi. ‘’Dede ya, ne vardı biraz daha sık yapsaydın şu basamakları!’’

Yine de çıktı çatıya. Hep birlikte meyve topladılar, karınları acıkınca da evin önündeki büyük beton alanda piknik yaptılar. Zuhal, betonun üzerindeki karıncalar için yiyecek ufalamakla kalmıyor, karıncaları takip edip, ailesinin yediği ekmeklerin kırıntılarını büyük bir heyecanla topluyor, karıncaların yuvalarına bırakıyordu. Haliyle aç kalıyor, fakat bu onu rahatsız etmiyordu. Karıncaların hareketli hayatını izledikçe düşüncelere dalıyordu: ‘’Dedemin ayakkabısının kapladığı alan karıncaların şehri, bardaktaki suyun dibini yere döktüğümde ise karıncalar boğulabiliyor, vay be! Bir kere üfff yapsam hepsi uçar.’’

Akşama doğru mahsulleri suladıklarına göre, artık eve dönme vakti gelmişti. Tirşe maviliğindeki hava kararmaya başlamıştı. Bunu hissettiği an Zuhal ağlamaya başladı.

“Bak dede! Her yer çamur, çok güzel topraktan adam yaparız. Yaprak sarması da yaparım. Ohoo… Yaş pasta da yaparım, hem de kocaman, çikolatalı! Üzerini çok güzel süslerim.”

Yaprakların içine çamur doldurur ve onları sarardı. Pastanın üzerini süslemek için uygun taşları bulmak ise saatlerini alırdı. Zuhal, tüm çabalarına rağmen biraz daha kalmak konusunda kimseyi ikna edemedi. Belki kendisini bile… İnanmayınca olmuyor işte, hâlâ anlayamadık şu meret cümleyi. Her zamanki gibi eve döndüler. Bilirsiniz ki çocuklar kalmak istediği yerden koparıldığında kendisine bile küser, kimseyi ikna edemedim diye.

Böyle böyle yıllar geçti. Herkes karpuz gibi olgunlaştı, kendi yaşına göre. Tarla da bakımsız kalmıştı. Toprakların istikbali artık yağışa bağlıydı. Yabancı otlar bağımsızlığını ilan, araziyi ise istila etmişti. Artık Zuhal’in karpuzunun çekirdeklerini ayıklayacağı bir dedesi yoktu. Şaşırmıştım, bir insanın gidişinin yaratacağı tahribat en fazla bu kadar yoğun olabilirdi. Biri gidince, biri gitmiyormuş işte; bini de gidebiliyormuş meğer. Dedesinin soğuk bedenine dokunmasına, onu beyaz çarşafların içinde görmesine rağmen son nefesini verdiğine inanamıyordu Zuhal. Düşünsenize, bu dünyada böyle birisi vardı; artık yok… Kolay değil, bir yok oluşu, içine sindirmek. Varlığın içindeki bir yokluk olduğunu kabullenmek. Bu, çaresizliğin en acı örneğiydi. Şimdi zıt anlamlı kelimeler arasında -varlık ve yokluk- çelikten bağın olmadığını Zuhal’e kim kanıtlayabilir? Kimse. Hiç kimse. Bir daha görememek… Bu fikir ne zaman aklına düşse, kendisini bile, kendisiyle bırakıyor ve yalnızca ağlıyordu. Onun yerini kimsenin dolduramayacağını biliyordu. Bu yüzden hiçbir zaman unutmak gibi büyük işlere kalkışmadı. İrdelemiyordu. “Aman,” diyordu; “yarım kalacağına dağınık kalsın.” Hem, duyguların da hakkı vardır, bilir misiniz? Zuhal bu konuda oldukça adaletliydi. Ne hissettiyse sonuna kadar yaşadı. Yüklemi olmayan tümceleri nokta ile bitirmeleri hep bu yüzdendi. Gidenler sadece gitmiyordu, kalanları değerli kılıyordu. Dedesinin gidişi, babaannesiyle arasındaki bağa bir urgan daha eklettirdi.

Dokuz sene geçti, dokuz sene sonra babaannesinde hafıza kaybı başladı. Artık -çocukları gibi- Zuhal’i de tanımıyordu. Zuhal en çok, babaannesinin dedesini unutmasına üzülüyordu. ‘’Dedem unutulmayı hiç hak etmedi.’’ Ona ısrarla dedesinin fotoğrafını gösteriyordu.

“Babaanne bak, bu senin eşin. Hep birlikte bağ evine gidiyorduk hani, kiraz topluyorduk, hatırladın mı?”

“Bak sakalları da var, ne iyi adama benziyor.

“Allah uzun ömür versin. Aman bana gösterme başka adamları kızım.”

Babaannesinin verdiği her tepki onda tokat etkisi yaratıyordu. Ama Zuhal bu, pes etmez.

“Bak şu görüntüyü izle. Dedem birazdan seslenecek bana. Sesini duyunca tanırsın.”

Zuhal, dedesi ile olan videosunu babaannesine gösterdi. Babaannesi eşinin sesini duydu:

‘’Aman kapat şunu be, kızdım ona! ‘’

Babaannesinin neden böyle söylediğini anlamaya çalışırken devamı geldi:

‘’Çok tez gitti kızım. Çok az durdu yanımda.’’

İşte o an telefon kilidini kapattı Zuhal. Gözünden yaş gelse de babaannesi bunun farkında değildi, kadıncağız hiçbir şey olmamış gibi öğlen yediği yemeğin lezzetini eleştirmeye koyulmuştu. Çekilemeyen bir acı var ortada. Düşünsenize, üzülemiyorsunuz. Ergenlikten yeni çıkan bir kız, acı çekebilmenin büyük lüks olduğunu o gün anlamıştı. Birkaç saat durduktan sonra evine döndü. Duygusallığını da elinden geldiğince dış kapının eşiğine bıraktı, öyle eve girdi.

Gece yine sayfalarıma göz gezdirdi ve yine içimdeki harfleri birbirine karıştırdı, şu cümle oluştu: En uzak mesafe, insanın kendisi ile olan mesafesidir. Hiç bu kadar anlamlı olmamıştım, diye düşündüm. Şimdi kim olduğumu idrak etmişsinizdir, fakat devamım var. İzin verin lütfen, beni benden okuyun.

Dokuzuncu kitabın altmış birinci sayfasına sığan tüm cümlelerim ben. Sakın basitleştirmeyin ha, soyut olarak oldukça büyüğüm. Daha derinlere ineyim. O cümlelerde kaç kelime ve hatta kaç harf var bilir misiniz? Sayfamdaki harfleri kullanarak amilini betimleyemediğiniz tüm duyguları yazabilirim. Özgüvenimin de hali vakti yerindedir. Az değil yaptıklarım. Zuhal’e olan aidiyetimden çok memnunum. Ama keşke altmış birinci sayfamla daha önce tanışsaydı. Daha çok gözyaşı döküp daha çok hissetseydi varlığımı… Kalbini bunaltan her şeyi bana anlatıyor Zuhal. Çoğu zaman kendimi şanslı hissediyorum. Tabii, bu süre zarfında ben de benim ile arama mesafe koydum. (Bazen Zuhal’in babaannesi olduğumu düşünmüyor değilim.) Yine de ne kadar kendimden uzaklaştıysam da ”eski kafalıyım” diyecek kadar kendime kaldım, şükür! Bakmayın yeni düzende durmadan koşuşturduğuma. Hâlâ hasreti özlemden daha çok severim ve hâlâ kalbimden değil de gönlümden geçeni yazıyorum. Belki de Zuhal yazıyordur beni, sadece bana yansıtmak istemiyordur; kendimi ifade edemediğimi anlamayayım, üzülmeyeyim diye. Şunu belirtmeliyim ki aslında, kimse kimseyi üzmek istemez fakat herkes herkesi üzer. Herkes çok iyidir fakat herkes kimseyi hak etmez. Herkes fedakârdır ama kimse cömert değil. “Seni anlıyorum” derler, dinlemedikleri halde. Bunlara Zuhal de dâhil. Kıyısından köşesinden kırgınım insanlara. Noktada kuyruk bırakanlara da kırgınım, virgüle yazık!

Eda Vanlıoğlu

Leave a Comment

İlgili İçerikler