KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
“İnsanların, iyi bir amaç uğruna alışkanlıklarını
değiştirmeleri ve yeni kararlar alması ne güzel.”
Fotini FRAGOULİ
“Her şey yolunda,” diye bağırdı kimseler duymamışçasına… Denizin parıltısı gözlerini kamaştırıyordu. Köprüden denize uzanan oltalar bir çıyanın ayaklarını andırıyordu. Yanındaki kovaya baktı; sadece beş istavrit vardı. İki tanesi hâlâ yüzüyordu… Bir ara oltasını bırakıp onları izlemeye koyuldu. Acaba ne düşünüyorlardı yirmi santim çapındaki kovanın içinde?
“Hadi canım sen de balığı bile düşündürdük,” diyerek gülümsedi kendi kendine… Etrafına baktı, kendisine bakan var mı, diye düşünerek. Sonra “Çok mu önemli etrafım?” diye söylenerek omuz silkti.
Balıklar, aniden burun buruna gelerek durdular kıpırtısız… O anda aklına Firuze ile Emirgan’daki buluştukları gün geldi. Eylüldü, pazartesiydi, öğleden sonraydı… O zaman da etrafındaki insanlar, kendilerinden geçmiş, kuşların cıvıltıları, sincapların kaçışları arasında, hiç kimse umurunda olmadan, “el sevişir oynaşırmış bana ne!” havasındaydılar. Söyleyecek sözleri tükenince, birbirlerinin gözlerinin içine akıp gidiyorlardı…
Daha sonra kelimelerin olsa da işe yaramayacağı bir an gelir, gözlerin mahremiyeti dudakların mahremiyetine gömülürdü. Yaprak seslerinin arasına gömülen soluklar durulur, yeniden gözlerin mahremiyeti başlardı: masum ve sessiz. Nedendir sonra farkına varırlardı; boğazın som mavi rengine, güneşin meşe yaprakları arasından süzülen ipiltilerine…
“Şimdi nerden aklıma geldi yine?” diyerek oltasını denize fırlattı. “Unutmaya çalıştığım her an daha mı çok hatırlayacağım?”
Oltanın ucu birden sallanmaya başladı, hemen hızlı hareketlerle misinayı dolamaya başladı. “Ne kadar da çok salmışım bu mereti.” diye söylendi duyulur duyulmaz bir sesle. Çektiğinde üç tane istavrit kımıl kımıl kımıldıyordu oltanın ucunda… “İşte bu görüntüye bir değil, bin ömür bile verilir,” diyerek sessizce söylendi.
Galata köprüsündesin, güneş tüm ışığıyla balıkları parlatıyor ve karşında binlerce yılın İstanbul’u; hayat bu işte, mana bu, macera bu, insana payidar olacak bu, diye düşündü. Gözleri nemlendi. Martıların maviye karışan kanatlarına gülümsedi.
Aniden içinde bulunduğu ahvalden kurtulup balıklara baktı. Hemen çevik hareketlerle oltayı dikleştirip kollarının arasına aldı. Balıkları tek tek alıp kovanın içine attı. “Hey dinine yandığımın hey!”
Kovada bir curcuna, bir ite kaka, bir kovalamaca başladı. “Gideceğiniz yerin bomboş bir mide olduğunu gördünüz, hemen dansa başladınız tabii,” diyerek elini karnına koydu ve gülümsedi.
Oltasını tekrar kollarının arasına alıp, iğneleri kontrol etti. Tüm gücüyle denize doğru salladı; misinayı iyice saldıktan sonra makarayı kapatıp, balıkları beklemeye başladı. “Millet nasıl da doldurmuş kovaları,” diye mırıldandı.
Bir ara gözü Eminönü-Kadıköy vapuruna takıldı. İnsanlar sonsuzluğu simgeleyen mavi denize bakıyordu öylece, basit…
Martılara simit atan insanlara bakınca, aklına yıllar yıllar önce yaşadığı anılar geldi. Babasının çalıştığı dükkân Eminönü’ndeydi. Bazı günler annesine, “Hanım yarın dükkâna gidelim,” dedikten sonra hem annesin de hem kendisin de sevinç tufanı kopardı. O yıllarda yaşadığın semtten başka bir semte gitmek, insanı heyecanlandırırdı. Hele çocuklar sabaha kadar uyumaz, bir an önce şafağın sökmesini beklerdi. Babası da “bugün karım ve oğluma güzel bir ziyafet çektireyim…” derdi sabah kalkar kalmaz ve hep birlikte gülümserlerdi: hesapsız, kitapsız…
Annesi evdeki işini bitirdikten sonra hemencecik evden çıkarlardı. Vapura binerken bir heyecan, bir sevinç, bir çocuksuluk sarar dururdu her yanını…
Martılara ekmek atanları bazen merakla bazen de tebessümle izlerdi; önce annesinin sonra babasının elini tutardı: sıcacık. Sonra bu üç insan, elinde ne var ne yoksa her şeylerini şu an yaşadıkları mutluluklarına harcarlardı.
Anne ve babası birbirlerini seviyorlardı; bu gerçeği evdeki veya dışarıdaki bütün davranışlarından anlayabiliyordu… Babasının kalp krizinden ölüşü, annesini on yaş daha yaşlandırmıştı. Artık evde annesiyle birlikte, bir parçalarını yüreklerine gömerek yaşıyorlardı.
Oltaya balık vurunca, o güzel anılarından uyandı bir çırpıda. “Hey kör şeytan!” diyerek vurup kaçan balığa hayıflandı. Oltasını biraz sardı, kendine doğru çekti. Gözü köprü üzerinde balık tutan bir çifte ilişti; mutluydular, olması gerektiği gibiydiler.
“Ulan biz de ne balık tutardık Firuze’yle…” dedi mırıldanarak. Yeterince balık tuttukları zaman, hemen alet edevatı toplar, anasına götürür, anası balıkları bir güzel temizler ve yine mutlu üç kişi olarak, tebessümle yemeklerini yerlerdi. Annesi ikisini de gözleriyle severdi: sorgusuz, sualsiz…
Gitsem, diye düşündü. “Gitsem desem ki, ‘Sana değer vermediğimi de nerden çıkarıyorsun? Benim her günüm sensin be… Gün, aydınlanmadan sen parlıyorsun içime… Bu kibir de nasıl bir şey, kör ediyor gönül gözünü; hadi bırakalım bu kibri de el ele kurduğumuz gönül köprüsünden geçmeye devam edelim şu ölümlü dünyada…’ diyebilsem…” diye sessizce söylendi denizle konuşurcasına.
Birden kovadaki balıklara baktı; hâlâ iki tanesi kımıldıyordu. Bütün kovayı denize döktü aceleyle. Denize, attığı balıklara bakarak, “Kusura bakmayın, her ölüm de biraz da başkalarının suçu yok mudur zaten?” diyerek kafasını salladı.
Eşyalarını topladı. “Evet, geliyorum sana. Neden hep içimizde yaşayıp, sorgulayıp üzülelim? İnsanız biz insan. Neremiz tamam ki… Aramızdaki sevgi boşa harcanmamalı,” diye söylendi çantasını sırtına atarken.
Yüzündeki kırışıklıklar azalmıştı birden. Tebessüm içindeydi. Zaten tebessüm eden hangi yüz çirkindir ki… Giderken, düşlerini uyandıran o mutlu çifte bile bakmadı. Adımları hızlandı. Unutamadığı mutluluğuna koşuyordu; çünkü mutluluk unutulmuyordu…
Sinan Aras