KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Zilin çalmasıyla İsa’nın irkilmesi bir oldu. Yine ders bitmeden rüyalara dalmıştı. Gözlerini açtığında alaycı gülüşlerin üzerinde olduğunu gördü. Utandı. Başını öne eğerek vücuduna gömdü. Normal bir zamanda bile başıyla omuzu, boynu yokmuşçasına birbirine yakın olan bu çocuğu arkadan görseniz -sırtındaki kambur da eklenince- sınıfın en kısa boylusu, yaşça en küçük olanı sanmanız normaldi. Fakat yüzünü gördüğünüzde, bu kısa vücudun üzerinde, kısa ve sık kumral saçlı, elmacık kemikleri yüzünün dörtgen şeklini tamamlayan, yüzü çopur bir kafa taşıyan kısa boylu bir adama baktığınızı anlıyordunuz. Adam dediğime bakmayın, kendisi on beş yaşında bir lise öğrencisi.
Şimdi önüne eğdiği yüzünde taşıdığı bir çift kahverengi gözündeki utangaç bakışları saklamaya çalışan kişi; sanki bir dakika kadar önce düşünde Fatih’in atlı birliklerinin arasında, atının yelesini rüzgârda dalgalandıran asker değildi. Düşünü hatırlayınca hissettiği hayal kırıklığı, utanma duygusunun önüne geçmişti. Kendisini olmak istediği yerde değil de; alt yarısı gri, diğer yarısı beyaz boyalı duvarların çevrelediği sınıfta buldu. Düşleri duvarların beyazı gibiydi. Gözlerini açtığında kendini bulduğu gerçeklik ise, herkesin ulaşabildiği ve eksikliklerini gizleyebildiği bir gri renkten ibaretti.
Üzerinde beyaz harflerle ‘Milli Tarih-1’ yazan kitabın kırmızı kapağını kapatmadan önce, açık olan sayfaya ilişti gözü. Fatih’in beyaz atını şaha kaldırmış olduğu resmin altındaki yazıya bir kez daha baktı.
“Ey ihtiyar fedakârlar, ey şahbaz delikanlılar! Bir fütuhat laf ile kolayca yapılmadı. Emeksiz devlet olur mu? Canını ve malını feda etmeyen âşık visale erer mi?”
Dönem bittiğinde kitabın bu sayfasını koparıp, yatağının yanındaki duvara yapıştırmayı düşündü. Kitabın kıvrılmış köşelerini bileğini sürterek özenle düzeltti, sonra da sırt askılarından biri kopmak üzere olan çantasına koydu.
Okuldan çıkmış eve doğru yürürken bakkal Hikmet’in dükkânının önündeki kısa ağaçların gölgesinde, iskemleye oturmuş ekmek arası kaşar peynir yiyen muhacir çocukları gördü. Sadece dışarıda değil, okulda da sürekli beraber gezen bu çocuklar nedense kardeş gibi birbirine benziyordu. Genellikle gözleri renkli, açık kumral rengi saçlı ve iri yapılı çocuklardı. Konuşurken kelimeleri ağızlarının içinde yuvarlayarak konuşmaları ama “r” harfini bastıra bastıra söyleyişleri hep tuhaf gelmişti ona. Ha, bir de o iştahla yedikleri ekmek arası sandviçlerin yanında küçük cam şişelerde satılan bozalardan içmeleri. Her gün okuldan çıkar çıkmaz bakkal Hikmet’in dükkânında soluğu alıyorlardı.
Sandviçlerine yumulmuş çocukların önünden geçerken yarım ağız bir “Selamünaleyküm” çıktı İsa’nın ağzından. Başlarıyla karşılık verdi diğerleri. En iri kıyım olanlarının adı Celil’di. Grubun lideri de oydu sanki. Sağ elini sol göğsüne doğru götürdü, “Aleykümselam” derken yüzünü boynundan göğe doğru döndü.
Her akşam okuldan eve dönerken, asfalt bitip de evlerinin bulunduğu, yıllar önce İstanbul’a göç etmiş Suluovalıların yaşadığı çakıl dökülmüş sokağa döndüğünde yavaşlar, ayakkabılarını toz etmeden yürümeye çalışırdı. Eve gelene kadar ayakkabıları siyahtan griye dönerdi. Evin önünde kız kardeşleri karşılardı İsa’yı. Havanın karardığını ima ederek “Hadi kızlar eve girin, akşam ezanı okunmak üzere.” derdi. Akşam ezanı, alarmı kurulmuş bir saatin zamanı bildirmesi gibi günün bittiğini anlatırdı. Sonra bağcıklarını özenle çözdüğü ayakkabılarını kapının önüne bırakıp, üzeri sarı ve beyaz çiçekli mavi renkli eski bir perdenin asıldığı kapı eşiğini sağ ayağıyla aşıp, içeri girerdi.
Beş kişilik Demir ailesi yaklaşık sekiz aydır sofrada dört kişiydi. Sekiz aydır evinden uzakta olan İsa’nın babası, yol şantiyelerinde plent ustası olarak çalışıyordu. İsa on yaşındayken çalışmaya başladığı firma, karayollarının asfalt yol yapım ihalelerinden iş alıyordu. Çalışanlar çoğu zaman, yılın ancak altı yedi ayı çalışıyor, sadece iş olduğunda çağırılıyorlardı. Bu yüzden İsa kendisini ailesine karşı daha çok sorumlu hissediyordu.
Sofrada yine dört kişi oldukları akşamlardan birinde İsa, günden güne kendisine daha da ağır gelmeye başlayan kitaplara veda ederek çalışmaya karar verdi. O mu kitaplara veda etti yoksa kitaplar mı ona veda etti bilmiyordu. Ama omuzunda büyüyen bir yük, göğüs kafesini gittikçe zorlayan bir sıkışma vardı. Olmak istediği yer ile değiştiremediği gerçekliğinin kavgasında savaşacak bir cephe seçmek zorundaydı. Yoksulluğunu unutarak, dünyaları fethe çıktığı tarih derslerini, Divan edebiyatını, Servet-i Fünuncular’ı, Bakkal Hikmet’in dükkânının önünde gülüşerek boza içen çocukları, her dönem başında kazınıp cilalanan sıraların keskin kokusunu, arkasını döndüğünde, her defasında başını başka yere çeviren esmer kızın, onun gözlerine bir kez olsun bakma ihtimalini bırakarak boya sandığını omzuna astı.
Okulu bırakamadı İsa. Cihangir Camii’nin önünde, namaza gelenlerin ayakkabılarını boyuyor, daha sonra eski okulunun bulunduğu sokağın karşı kaldırımına sandığını koyup, terk etmek zorunda kaldığı hayatı izliyordu. Sokağın karşısına geçse kendisini Bizans surlarını aşıp, düşmana sığınmış hissedecek, geçmese boya sandığının başında hızla geçen zamana yenik düşecekti.
Bu durum sene sonuna kadar böyle devam etti. Büyümek için yeterli alan bulamayan bir bitki kökünün, saksının şeklini almaya başlaması gibi İsa da gitgide alıştı kendi gerçeğine. Boya işini de bir adım ileriye götürerek, haftanın birkaç günü ev boyamaya başladı. Daha fazla yoruluyor ama daha çok para kazanıyordu. Evdekiler de bu durumdan oldukça memnundu.
Bir gün annesi “Kuzum bizim evi de boyasak ya bir gün.” dediğinde İsa, ertesi gün elinde boya kutularıyla çıkageldi. Hem ustalığını gösterecek olmanın, hem de kendi evini boyayacak olmanın gururuyla işe koyuldu. Sabahın ilk ışıklarıyla… Boya işi bittiğinde, daha geçen sene boncuk boncuk ter biriken bıyıkları şimdi sakalıyla birleşen İsa’nın yüzünden yorgunluk akıyordu. Kalan boyaları odunluğa bırakıp, dinlenmek üzere eve girdi. Yattığı odanın kapı kolunu sıkıca kavrayarak açtı. Sabah güneşinin kurutmaya başladığı yarısı gri diğer yarısı beyaz duvarda, pencerenin ardındaki ağacın yapraklarının gölgesi, dev bir fırça gibi bir sağa bir sola yatıyordu. Kulağında belli belirsiz zil sesi çınlamaya başladığında, artık kapanmaya başlayan gözlerine inat, dudaklarında çocuksu bir gülümseme vardı.
Eray Dileroğlu