TÜRKÇENİN DİL KÖPRÜLERİ “Gelecek geçmiş üzerine bina edilir.” Ben, dil isimlerinin en soylusu, ‘Türkçe’yim. Ben ilk ses, ilk hece, ilk kelimenin kaynağıyım. Ben kucakta süt,...
‘Sufi şair’ kimdir; gönlü, dili nicedir? Şehrimize inmez mi bazı bazı? Her göze ayan mıdır halleri? Söylense de tam olarak beyan edilebilir mi kederi?
Edebiyatımızdan yüzlerce ‘sufi şair’ geçti. Erendi onlar, abdaldı, emreydi, âşıktı ve garipti… Yürekleri hüzne meyyaldi her birinin, yolları ateşten geçmişti. Gönülleri topraktı, bakışları su. Benlik davasını aşmak; sen, ben demekten vazgeçip biz diyebilmek üzerine söz söyledi onlar. Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görebilmekti bu fikrin esas mayası. Din, dil, ırk ayrımı yapmamayı önerdiler bizlere. İnsan gönlünün kıymetini Kâbe’nin kıymetiyle eşanlamlı buldular. Zira koskocaman bir âleme sığmayan, Malikü’l Mülk sıfatının sahibi Çalap; insan gönlünü mekân edinmişti.
Dost bağından sürüldükleri için hüzünlüdür sufi şairler. Ömrü başkalarının sıla bildiği bir gurbette geçirmek, sürgünü ‘katle ferman’a benzeterek yaşamak; gönlü taş olmaktan koruyup toprağa çeviriyorsa bu evrimdeki değirmen elbette ki ‘hüzün değirmeni’dir. Onlar gurbet ele ‘Evvel Yar’in hatırı için gelmişlerdi. O’nun uğruna gurbetin çilesini çekiyorlardı ve gönülleri tarifi imkânsız bir özlemin narıyla yanmakta, kavuşmak fikriyle sönmekteydi. Ölüm gecesine “Şeb-i Arus” demekteki esrar da burada yatıyor kuşkusuz.
‘Ölmeden önce ölebilmek’ teması sufi şairler tarafından çokça işlenir. Deni dünyanın geçici sıfatlarıdır onları bu hale kavuşturan ve bu halde sabit kılan. Onlar bilirler ki hakikatte geçici olan dünya değil, insandır. ‘Dünya iki kapılı bir han’ misali kalır yerli yerinde, bizler ona konar da göçeriz. ‘Geçti Dost kervanı eyleme beni’ ricası da sonsuzluk yolcusu olan insanın, garipliğe meftun canın; dünyadaki konargöçerliğini anımsatır. Bedeni suret bilir sufiler… Can’ı ebedi… Rab kuluna dilden de yoldan da yakındır onlara göre. Ten toprakta çürüye dursun. Canlar da âşıklar da ölmez… Beden surettir can asıl. Aslımız, suretimizi terke hazırdır her zaman. Âşık gönül atına binip Dost’a doğru seyir ederken suret yerle yeksan olsun varsın.
Halden hale gezer onlar… Hamken, pişer, pişmekle yetinmeyip yanar. Dillerini lâl, bağırlarını kor yapan bu hoş yanıştır. Derdinden memnundur sufiler, derdinin kendini pişirdiğinden emindir. Yaralarına merhem, odlarına su istemeyişleri hep bundandır. Dünya tasasına dalmış, masiva ile oyalanıp kalmış nicelerine benzemektense sıkıntı içinde olgunlaşmayı tercih ederler.
Baş açık ayak yalın, diyar diyar gezerken sufilerin akıllarında seyrü sefer eyleyen, DaimYar’in sırlarıdır Küçük dünyalarında; küçük insanların, küçük sırları ile uğraşan kalabalıklar onları anlamakta zorluk çekmiş olmalılar. Yoksa koyundan yavaş tabiatlı, bir yanları daima hüzne çalan bu kişilerden esinlenip ‘vur abalıya’ deyimini uydururlar mıydı? Onların mütevazı karakteriyle uyum gösteren, toprak renkli abalarına duydukları his bu mu olurdu?
Pervanedir sufiler, bülbül değil. Lal oluşları, şer söylemektense kavruluşu tercih edişleri, onların arif olabilmelerini de sağlamıştır. Telaşlı, ürkek ve yalımdırlar yegâne dost bildikleri ışığın karşısında. Onları ışığın harıyla yanmak değil, karanlık yani kesret yorar. Yoruldukları an dinlendikleri, derde derman buldukları yegâne makam yakıcı ve öldürücü de olsa yine Yar’in kucağıdır. Ölüm, nar ve vuslat onlar için aynı yolun at başı giden üç yolcusudur.
Tevhid üzre okur, tevhid üzre yazar onlar. Her şeyin bir olduğu bir âlemde ötekileştirmenin acziyetini ve mahviyetini bilirler. Düşman yoktur onlara, ağyar bilmez onlar kimseyi. Bir olan Yar’in hatırına sevebilmeyi, yaratılan cümle varlığı güzel bilip onların aracılığı ile mutlak Sanatkâr’ı övebilmeyi akıl ederler. Aşk onlar için hem mucizedir, hem de azıktır. Güneşe benzettikleri aşktan yoksun olan, taşa dönmüş kalpler için üzülürler.
Ben demeyi de terk etmiştir onlar, benim demeyi de terk etmiştir. Tıpkı aramızda yaşıyormuş gibi gözüküp Dost ile tenha kalabildikleri gibi. Onların gönlü, nazarı, gözü; yolu, yoldaşı, izi; kabri, toprağı, tozu; meclisi, sohbeti, sözü Dost’tur yalnızca Dost. “Bir Dost, bir post yeter” derken de maddeyle değil manayla pazar eylemektedir onlar.
Sırtlarına muhabbet hırkası giyer sufiler, dillerinde de gönüllerinde de ‘Hak aşkı’ hükümdardır. Halkı sevmeleri bu aşkın hikmetlerindendir. Harflerden elifi sever onlar. Tertemiz hafızalarına; Hakk’ı ve eğrilikten uzak kalmayı anımsatır, sonsuz müjdelerin sahibi de olan bu harf. ‘Dosdoğru olmak’ hevesiyle yansalar da ‘dosdoğru olabildim’ savıyla gezmezler halk içinde. Başları dolu buğday taneleri gibi toprağa, özleri sarıçiçeklerce Hakk’a doğrudur. Yar karşısındaki duruşlarıyla “vav” a denktir mütevazı varlıkları. Bu halleri sayesinde kâinatın en muhteşem varlığı olmaya adaydır onlar. Meleklerin imrendiği de işte tam olarak budur.
Aciz olduklarının, kusurlu tabiatlarının farkındadır onlar. Dünyada bir dem kalıp, kısıtlı bir süre dolanıp gittiklerini terennüm ederler bu yüzden. Bütün ümitleri geldikleri gibi gidebilmektir. Saf gönül aynalarını kirletmeden, kuzudan kurda dönüşmeden yaşayabilmektir. Boyunlarına asılı halk tarafından görünmez heybeye bakıp cürüm, hırs, haset, tamah… görmekten korkarlar. Bu özelliklerin yerine heybelerine tevazu, merhamet, sevgi, hoşgörü… doldurmaya çaba harcarlar.
Bu dünyanın ucunda, vuslatın olduğunu bilmeleri sufilerin Azrail kılıcında şenlik edebilmelerini sağlar. Onlar bilirler ki Azrail emir kuludur, bize sonsuzluk seyahatimizde yol gösteren rehber O’dur. Kendilerini dünya bahçesinde garip kuşlarla bir tutarlar. Kuşların göçü beklemesi gibi sürekli gözleri yolda, akılları menzildedir. Ecel onların canlarını gafillerden çok daha fazla yoklar. Saatler dakikalar, bile konuşur onlarla; hep bir ağızdan “Hasret bitecek!” müjdesi verirler.
Hasret ateşleridir sufilerin, yanmak tek işleridir. Varlığı omuzlarında hoş bir yük olarak bilirler. ‘Yüküm cevher yüküdür’ derler, varlığı kendilerine ezeli ve ebedi kardeş görürler. Ömür ipinin bir gün olup kopacağı gerçeğinden habersiz kalmadıkları için Ölüm onlara dert gibi değil derman gibi gelir. Yaşayan her canlının bir gün susacağını, susmayanın yalnız Hak olduğunu, Hak’tan gayrı her şeyin yokluğunu, eşyanın Vücud-ı Mutlak’ın gölgesinden ibaret olduğunu terennüm ederler. Bu sırrı ifşa ettikleri için dara çekilme tehlikesini göze alarak. Hakk’ın ocağına vasıl olandır onlar, kanmayıp çiğlere pişendir onlar. İnsanoğlu dünyaya neden geldi sorusuna “Şahitlik için!” cevabını verendir onlar. Ve dönen harelenen âleme bakıp hayret edendir onlar. Dünyanın kocaman bir han olduğunu, bu hanın imarının vakt-i Âdem’e dayandığını bilendir onlar. Bu yüzden bütün masivâdan elini eteğini çeken, fenadan bekâya koşarak gidendir onlar.
Hasît insanları mekânın büyüsü sarar. Bu büyü sonucunda gurbete “Benim vatanım işte burası!” der dururlar. Oysa sufiler Âlem-i Bekâ’yı gönül gözleriyle görürler. Gafiller onları garip bilseler de, onlar vuslat müjdesi almışlardır. Halkın içinde yaşadıklarına kanmamak lazım onların çünkü onlar Nebi’nin tavsiyesi uyarınca çoktan ölmüşler, ‘ballar balını’ bulup kovanlarını yağma etmişlerdir. Yaşamak bir düşse uyanmak lazım. Yolumuzun kısa, menzilimizin iki kaşımızın mesafesince yakın olduğunu bilmek lazım. Bu sırra vakıf olan sufiler dünya şehrinden ne de çabuk göçerler. Gafil insanların pazar eylediklerine dönüp de bakmazlar. Varsın başkaları onları garip bilsinler asıl zengin şüphesiz onlardır. Baki olana talip olup fani olandan geçmişlerdir.
Hatice Eğilmez Kaya