0

Yazma eylemi; çok okumak, okuduğunu anlayıp yorumlamak, içselleştirmek, hayal kurmak, her okuduğunda kelime dağarcığına birkaç sözcük eklemek velhasılıkelam dolup taşmakla gerçekleşir. Elbette ki Allah vergisi yetenek de olmazsa olmazıdır.

Okumak, ciddiyet isteyen bir iştir. Kararlı, sabırlı, özverili, dikkatli olmayı gerektirir. Arayıştan yola çıkılarak hikmeti, hakikati, kimliği, karakteri, sevgiyi, doğruyu, güzeli, kaliteyi, iyiyi bulma çabasıdır bu. Okuyan insanın yüreğinde ayrı bir hȃle oluşur. Düşünceleri olgunlaşır, stresi azalır, zihni açılır, hayatı sevmeyi öğrenir ve çevresine güzel gözlerle bakmaya başlar.

Çok derinlerde hapsolmuş yılların bilgeliğini, asla tüketilemeyecek sonsuz yaratıcı fikirlerin kaynağını hıfzettiğimiz yüreğimizde biriktirdiğimiz düşünceyi, bilgiyi, duyguyu ortaya çıkarmanın en etkin yolu yazmaktan geçer. Zira başkalarıyla aramızdaki en kuvvetli köprü, kaleme aldığımız metinlerdir. Yazarla okur arasında görünmez bir bağ oluşur. Anlam yüklediğimiz satırlar okurun gözünde farklı farklı manalara kapı aralar fakat biz ne anlatırsak anlatalım okur o metinden ne çıkarımda bulunmak istiyorsa onu alacaktır.

Hikâye ve romanlar tekniğine göre yazılmalıdır, aksi olursa okurun zevk almayacağı metinler ortaya çıkar ki elinden her bıraktığı kitap yazarı için bir kayıptır.

Şiir, kelimelerin darası alınıp geride sadece duyguların şelale gibi aktığı metinlerdir. Şiire en yakın damar olarak görülen hikâyelerde de sözün sıkılıp damıtılması, az cümleyle çok anlam ifade eden metinler olması elzemdir. Kısa ve vurucu cümleler, deyim yerindeyse altın vuruş okur üzerinde olumlu tesirler yapar.

Okumak ve yazmakla ilgili genel bir girizgâhtan sonra gelelim Nail Uyar’ın, Kora Yayınları etiketiyle 1.Baskısı Nisan 2020’de yapılmış “Meşeler Göverince” adlı öykü kitabıyla ilgili yazdığım inceleme yazısına.

Meşe ağacı; yaz kış yapraklarını dökmeyen, kerestesi dayanıklı orman ağaçlarının ortak adıdır. Yurdumuzun her yerinde yetişir, bilmeyen yoktur. “Gövermek” kelimesinin sözlük anlamıysa yeşermek, morarmaktır. Meşe ağacının meyvesi olan palamudlar baharla birlikte renk değiştirmeye başlarlar. Kitabın adından anlaşıldığı üzere Anadolu insanının sıcaklığını taşıyan hikâyeler okuyacağız demektir bu.

Kitapta eril bakış açısıyla kaleme alınmış on beş hikâye yer alıyor. İlk üç öyküde Osmanlı İmparatorluğu’nun 542 yıl hâkimiyet sağladığı, şimdilerde ise Makedonya Cumhuriyeti olarak anılan topraklardan gelip ülkemizi mesken tutan Makedonyalı göçmenlere atıf var.

“Tongaya Düşmek” adlı ilk öykünün mekânı, baba yadigârı olan bir matbaa. Gazete de basıyor. Genç bir yazar olan Necati, arkadaşı vasıtasıyla üç erkek kardeşin işlettiği matbaaya gelerek hikâyelerini gazetede yayımlatmak istiyor. Yayımlanıyor da. Gazetedeki öyküyü okuyan muhafazakâr abonelerden biri matbaaya gelip en büyükleri olan Semih’e sitemde bulunuyor.

“Semih Bey, kim bu Necati? Anlaşılan zeki, uyanık biri. Seni aşk hikâyesiyle son anda tongaya düşürmüş. Hikâyenin sonunda öykü kahramanını, sevgilisiyle trene bindirip kaçırırken, treni Kurtuluş Mahallesi’nden geçirmiş; geçirecek başka yer yok sanki. Sonunda yine propagandasını yapmış. Ben bu ve bunun gibilerini çok iyi bilirim; şeytana pabucunu ters giydirirler.” (s.12)

İkinci öykünün adı “Mücbir Sebep.” Mekân yine aynı matbaa. Babaanneleri vefat edince matbaaya sadece kardeşlerden biri gidiyor. Miting için broşür bastırmak isteyen müşterilerinin işini kısa zamanda hallediyor genç ama başına iş açılıyor. Başlarına gelen bu müşkülü çözmek de daha önce gazetelerinde hikâyeleri yayınlanan başka bir genç yazara düşüyor.

“İnşallah. Beni bu dertten kurtar, bu iyiliğin altında kalmam.”
“Lafı mı olur? Canın sağ olsun. Babaannenin ‘Ölüm Raporu’ veya ‘Cenaze Gömme İzin Kâğıdı’ var mı?” ( s.19)
Üçüncü öykü “İlk Buluşma” adını taşıyor. Öykü, 12 Eylül darbesinin getirdiği baskı dönemini kapsıyor. Öykü kahramanı İzzet, çocukluk arkadaşı Safiye’nin vasıtasıyla çok beğendiği Makedonya göçmeni Ayfer’le tanışıp evlenmek istiyor. Nişanlarının yapıldığı gece istenmeyen bir olayla mutlulukları gölgeleniyor.

“O gece, İzzet’in arkadaşları –saz takımlarıyla- kız evine çıkageldiler. Nerden bilsindi arkadaşlarının kendilerine sürpriz yapacaklarını? Beklenmeyen bu sürpriz onları çok mutlu etmişti. Ta ki bir manga asker o gece kız evine baskın yapana dek. Askerler baskın yapınca, orada bulunanlar neye uğradıklarını şaşırdılar.” (s.28)
Dördüncü öykünün adı “ Karanlıkları Bıçaklayan Adam.” Nöroloji kliniğinde sırasını bekleyen yaşlı adam; devrimci, eğitimci, yıllarca idarecilik yapmış, Cumhuriyet Gazetesinin düzenlemiş olduğu “Yunus Nadi” yarışmasında ödül almış, 12 Eylül’ün getirdiği baskıcı ortamda düşüncelerinden ötürü zorla emekli edilmiş idealist bir öğretmen. Geçmişiyle günümüzü kıyaslayıp içinde bulunduğu düzene ve insanların birbirine saygılı olmamasına isyan ediyor. Yüksek sesle eleştiriyor.

“Bunlar kendilerini ne sanıyorlar? Yaptıkları işten başka ne biliyorlar? Kaldı ki çoğu işini doğru dürüst yapmıyor. Yaşamları boyunca kaç kitap, kaç dergi, günlük kaç gazete okudular acaba? Zaten okusalardı böyle olmaz, böyle davranmazlardı. Aydınım diye geçinen bunların topunu cebimden çıkarmazsam ben de bir şey bilmiyorum.”(s.32)

Beşinci öykü ise “Kırk Yıl Sonra” adını taşıyor. Belleğinde yer etmiş çocukluk yıllarını ve yaşadığı yerleri sıklıkla hatırlayıp arkadaşına anlatan öykü kahramanı, o ilçeye gitmek üzere yola çıkıyorlar. Hatıralarında yaşattığı mekânların bunca yıl içerisinde başka binalara dönüştürüldüğünü görünce hayal kırıklığına uğruyor. Çocukluk aşkı Esma’nın evini arayıp bulup misafiri oluyorlar. Başına gelenler karşısında suspus oluyor.

“Bazen isyan ediyorum: Allah’ım, diyorum. Bunca dertleri bana niye yükledin? Ben senin kulun değil miyim? Oğlumla beni yapayalnız bıraktın. Sonra pişman olup tövbe ediyorum. Umut’u evlendirmeden ölürsem onun hali nice olur? Ona kim bakar? Çoğu zaman bunları düşünüyorum. Şu an Allah’tan en büyük büyük isteğim, hayırlısıyla onu evlendirmek.”(s.51)

Altıncı öykü, “Son Umut.” On altı yıldır çocuk hasretiyle yanıp tutuşan ve asla ümidini kaybetmeyen bir kadın, diş ağrısı nedeniyle gittiği hastanede şüpheleri yüzünden gebelik testi yaptırıyor ve hamile olduğunu öğreniyor. Heyecanına karışan şaşkınlığı yüzüne yansıyınca hemşirenin verdiği tepki dikkat çekici.

“Yatarken düşünecektiniz. Bu yaşa gelmişsiniz, nasıl korunacağınızı ben mi öğreteceğim? Ayol kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz. Bugün, köyde yaşayanlar bile bunu öğrendiler. Sakın bana ‘Ben ne yapayım, Allah verdi.’ deme.” (s.60)

Şimdi gelelim kitaba adını veren, “Meşeler Göverince” adlı öyküye. Babasının ve kız kardeşinin ilgilenmemesi sonucu erkek kardeşiyle birlikte annesinin mezarını yaptıran öykü kahramanı mezar taşına annesinin kızlık soyadını yazdırır. Mezarlığa ziyarete gittiğinde mezarın bakımsız ve bazı yerlerinin yıkılmış olduğunu görünce üzülür. Daha sonra analığını ve eşini kaybeder. Babasına gidip eşinin mezarını yaptırırken anne ve analığının mezarlarını da birlikte yaptırmayı teklif eder. Babasının yaptıkları davranış yüzünden kızgın olduğunu verdiği cevaplardan anlar. Zaman içinde babasının analığının mezarını yaptırdığını, annesine ait mezarın da olduğu gibi durduğunu görünce içlenir.

“Mezarı başında oturdum, ne kadar zaman geçtiğini bilmeden öylece durdum. Sonra kendime gelince ‘Anne’ dedim. Sanki beni duyuyormuş gibi. ‘Sen hiç üzülme, yarından tezi yok mezarını yaptıracağım. Hem de öyle bir mezar yaptıracağım ki…( s.67)

Yedinci öykünün adı, “Gece Baskını.” 12 Eylül’ün baskıcı ortamında eşiyle birlikte öğretmenlik yapan tek çocuklu ve kendi hȃlinde yaşayan bir çiftin başına gelenler hikâye edilmiş. Evin hanımı olan Hüsniye Öğretmen’in evinde kesici, delici, ateşli silah ve yasak yayınlar bulundurduğu polise ihbar edilir. Gece baskını düzenleyen polisler; Hüsniye Öğretmen’i, evde buldukları birbiriyle alakasız eşyaları, okudukları kitapları alarak emniyet müdürlüğüne götürürler. Gözaltına alınıp işkenceye maruz kalır. Delil yetersizliğinden bir hafta sonra salıverilir.

“Polisler evin içindeki eşyayı hallaç pamuğu gibi attılar; bazılarına el koydular. El koydukları: İspirtolu siyah renk teksir makinası, açık gri renk daktilo, yandan kollu mekanik hesap makinesi, birkaç mavi karbon kâğıdı, yeşil renkli hokka, üç adet farklı boylarda divit, beş adet çeşitli kalınlıkta divit uçlar, büyük boy tornavida, büyük boy ekmek bıçağı, bir metre boyunda, sedef saplı, dededen kalma, duvarda asılı antika kılıç…” (s.78)

“İspiyoncu Hoca”, “Tabip Yüzbaşının Tutumu” ve “Hasan Çavuş’un İsyanı” adlı öykülerde zaman yine 12 Eylül’ün baskıcı ortamı. Askerliğini er olarak yapan öykü kahramanlarının başlarından geçen olaylar kurgulanmış.
Diğer bir öykümüz “Ne İstedin Bizden?” adını taşıyor. Ailesine ait bir evin üst katında oturan Nihat ve karısı Zehra, yemekli misafirlerinin olduğu bir öğlen üstü evde gayriihtiyari oluşan bir gürültüden dolayı babaları tarafından azarlanıp evi boşaltmaları istenir. Gururlarına dokunan bu durum alelacele kiralık ev arayıp taşınmalarına ve birbirlerine sıkıca kenetlenmelerine neden olur.

“Vay be! Bunları da görüp yaşayacakmışım. Öleceğim aklıma gelirdi de evden kovulacağım gelmezdi. Bırak gelmeyi, aklımın ucundan geçmezdi. Geçmesine geçmezdi demek ki geçirmem gerekiyormuş. Hayat bunu da öğretti bana.” (s.99)
“Ekrem Bey’le Muharrem Abi” adlı öyküde, darbeden sonra sendikası kapanıp hapse atılan bir şube başkanının oğlunu işe yerleştiren öykü kahramanımız epey sonra bir ev almaya kalkıyor. Tapu işlemleri yapılırken sorunlar çıkıyor. Olayı çözmek; eski sendika şube başkanı, şimdiyse iktidardaki koalisyon ortağı bir partinin il yönetim kurulu üyesi olan Muharrem Abi’ye düşüyor.

“Cancağızım madem böyle bir işin var, ne diye beni arayıp bulmuyorsun? Benim bu işlerle uğraştığımı bilmiyor musun?” (s.118)
“Köstek Olma” adlı öyküde ise okumak isteyen oğlunun kısa yoldan meslek sahibi olmasını isteyen baba motifi işleniyor.
“Gir bir sanata, kısa yoldan elin ekmek tutsun. Ondan sonra da evlendiririz. Erkenden hem nefsini körletir hem de çoluk çocuk sahibi olursun. Atalarımız boşuna dememiş. ‘Erken çıkan yol alır, erken evlenen döl.’ Sen beni dinle, başkalarının lafına kulak asma. Sana akıl verenlerin çok bildiklerinden başları ağrıyor.” (s.121)

Son öykümüz, “Duyunca Donakaldı” adını taşıyor. Hikâye kahramanı olan Namık’ın amcasının oğlu Veysel devlet bankalarının birinde memur olarak çalışır. Onun vasıtasıyla aynı bankanın açtığı sınava girip en yüksek puanı aldığı ve mülakatı iyi geçtiği hȃlde ataması yapılmaz. Aradan otuz yıl geçer ve Veysel’in itirafı sonunda öğrenir atanmamasının nedenini…

“Meğer sınavdan bir hafta sonra Veysel, başındaki banka müdürüyle kavga etmiş. Müdür de ‘Seni buraya aldırdığıma bin pişmanım, senden çekiyorum. Amcaoğlunun da senin gibi olmayacağını nerden bileyim. Baksana! Merhametten maraz doğuyor.’ demiş. Sonra genel müdürlüğe telefon edip, Namık’ın dosyasını hasıraltı ettirmiş.” (s.135)

Kitabı okurken “ben” anlatıcıyla anlatılan çoğu hikâyesini yazar gerçekten yaşamış mı ya da kurgu mu hissine kapıldım açıkçası. Öyle sıcak, öyle samimi bir anlatım kucaklıyor ki okuru, sanki yanı başınızda yaşanmış bir vakıa gibi kaptırıyorsunuz kendinizi.

Şimdi de yazar Nail Uyar’ı tanıyalım.

16 Ekim 1956, Uşak’ın Eşme ilçesine bağlı Güney köyü doğumlu.1978 yılında başladığı Buca Eğitim Enstitüsündeki öğrenimini siyasi gerginlikler yüzünden tamamlayamadı. Çeşitli işyerlerinde yöneticilik, muhasebecilik, yerel gazetelerde müdürlük ve köşe yazarlığı yaptı.

Öykü Teknesi, Deliler Teknesi, Berfin Bahar, Afrodisyas Sanat, Mavi Ada, Ekin Sanat, Sincan İstasyonu, Kum, Lacivert, Kar, İnsancıl, Patika, Kıyı, Beşparmak, Tmolos, Kasaba Sanat, Kardelen, Her Şeye Karşın vb. gibi sanat ve edebiyat dergilerinde öyküleri; ayrıca birçok gazetede sanat ve edebiyatla ilgili yazıları yayımlandı.
1997-1998 yıllarında bölgesel yayın yapan “Radyo İzmir”de, “Olaylara Bakış” adlı programı gazeteci arkadaşıyla hazırlayıp sundu.
Evli olan yazarın iki çocuğu vardır.
Edebiyatla ilgi çalışmalarını sürdürüyor.

Basılmış eserleri:
Son Yürüyüş (öykü, 1999), Yazmak Bir Sevdadır (deneme, 2000), Suya Düşen Umutlar (anı, 2007), Gonca Bir Güldü (öykü, 2010), Gözlerim Yolda (öykü, 2013), Silahların Gölgesinde Aşk (öykü, 2016), Meşeler Göverince (öykü, 2020)

Aldığı ödüller:
“Anadolu Basını ve Yol Ayrımı” adlı yazısıyla Anadolu Basın Birliği Ege Şb. Başkanlığı ödülü (1995)
Edebiyata katkısından dolayı Çiğli Belediyesinden Teşekkür Plaketi (1999)
“Can Yoldaşı” adlı öyküsüyle La’l Kültür ve Sanat -e dergisi Mansiyon Ödülü ( 2007)
Çiğli gazetesi, Basın Emek Ödülü (2010)
İzmir Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası Emek ve Katkı Ödülü (2010)
Nail Uyar’a sağlıklı bir ömür ve esin dolu günler diliyorum. Nice eserlere…

Fatma Türkdoğan

Leave a Comment

İlgili İçerikler