KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
“Her şey hatırlamakla başlıyordu ve hatırlamamak mümkün değildi.”
Önce perdeyi araladı; kar kokusu ciğerlerine doldu. Sobaya baktı bir süre; yanmayan ama yanıyormuş gibi hissettiren…
Dışarıya çıktı, su ibriğindeki buz gibi suyla elini yüzünü yıkadı. Karşıya bakınca, yüzü gülümsedi; Ağrı Dağı’nın zirvesi ışıldıyordu gene…
Hüzünle karışır karla karışık hayaller… Her yer, her şey beyaz örtüsünü çekmiş güneşin keyfini çıkarıyordu. Böyle bir beyazı hangi şair dizelere döker acaba?
Dağlar heybetli ve hükümran; ama içinde yüzlerce sır saklayan herhangi bir şehrin herhangi bir evinde, o evin herhangi bir odasında, bir köşede ölüme terk edilen kadın gibi; yalnız…
Ağrı Dağı’na her sabah bakıyor, gülümsüyor, bir “ohh” çekiyor ve içeriye giriyordu. Önce Salih’le Helin geldi. Annelerinin pişirdiği ekmeği getirdi: “ Sağ olun çocuklar,” dedi, sevecen… Sonra Celal geldi, okulun anahtarını istedi köhnemiş kapıyı açmak için. İçinde tarif edemediği bir sevinçle içeri girdi, soğuk odada hızlıca kahvaltısını yaptı.
Okula doğru yola çıktığında, çeşmenin orda Cemşid’i gördü. Yine o yanık türküsünü söylüyordu sopasını sağa sola sallayarak.
“Günaydın Cemşid Ağa, yine başlamışsın sabah türküsüne!”
“Günaydın Hoca, günaydın. Sana bir şey diyem mi?”
“Dinliyorum,” dedi gülümseyerek.
“He, hocama diyem, insan bir gayda söyleyende öyle kendinden geçer ki, bütün dertlerini aha bu Yekekaya’dan aşağıya atar,” dedi göz kapağının birini kıyarak.
“Desene, o zaman türkü söyleyek de kafadaki her şeyi boşaltak!”
“He, öyle hoca, öyle…” dedi acı acı gülümseyerek. Türküsünü söyleyerek, ama biraz daha sesini alçaltarak yoluna devam etti.
Köyün dört yoluna geldiğinde önce aşağı sonra yukarı yola baktı; kimsecikler yoktu. Çocukların sesi geliyordu okul bahçesinden. Derin bir nefes çekti, “Oh be, ne güzel! Böyle bir sessizliğin içinde çocuk sesleri…” dedi mırıldanarak.
İki tarafı taşlarla örülü yoldan geçerken, Nuri amca çıktı karşısına her sabahki gibi.
“Eyi dersler hoca,” dedi kırışık yüzündeki tebessümüyle…
“Sağ olasın ,” diye karşılık verdi.
“Yaman güneş var Hoca, bu hava adamı gençleştirir herhal!”
“Yeniden doğmuş gibi oluyor insan Nuri amca, haklısın…”
Birbirlerine el sallayarak Hoca okula, Nuri amca da ahırına doğru yürüdü. Okul bahçesine girdiğinde, çocuklar her zamanki gibi şikâyetlerine başladılar:
“Ali tuvaletin kapısını açık bıraktı yine!”
Bir diğeri,
“Hazal benim kızağımı aldı öğretmenim.”
“Mazlum okula gelmedi öğretmenim.”
Bu sözü işitince bir an bakışlarını önce köye sonra çocuklara çevirdi.
“Yine mi gelmedi?”
“Yok öğretmenim bugün de gelmedi,” dediler hep bir ağızdan…
Güneş Yağlıca Dağı’nın keline vuruyordu. Güneş ile kar müthiş ikili olmuş yine işbaşındaydı. Sade ciğerlerin değil gözün de bayram etmesi… Nasıl böyle bir aydınlığın içinde karanlıklar gizlenir, diye düşündü durup dururken… Bütün sınıflara ayrı ayrı ödevlerini verdi; sonra sandalyesini alıp birinci sınıfların olduğu sıralara doğru ilerledi. Tek tek yazılı cümleleri okuttu. Arka sırada oturan Celal’in yanına oturdu. Bir dile yabancı olmanın tatlı tebessümünü Celal’in yüzünde görüyordu.
Türkçe bilmiyordu ama okuduğu her sözcükten sonra gözleriyle gülerdi; başarmanın verdiği o kadim duygunun esrikliği ziftten kararmış ahşabın üzerinde geziniyordu sanki. Celal’ in gözündeki o çelik ışıltısını her gördüğünde gönenirdi. Bazen gözleri nemlenirdi ama öğrencilerine belli etmezdi. İşte bu mesleğin en güzel yanı da buydu… Ortak bir dil; sevgi.
Yerinden kalktı; öğrenciler ödevlerini yapıyordu. Ziftli tahta zemini gıcırdata gıcırdata sobanın yanına geldi. Sobanın kapağını açtı. Kömür korunu görünce bir sevinç koptu içinde; sıcak. Neydi bu insanın ateşi görünce kendinden geçme duygusu? Huşu içinde, yavaş yavaş sobaya kömür attı.
Öğretmen masasına doğru ilerlerken bir köpek sesi duydu. Pencerenin buğusunu eliyle silerek dışarıya baktı. Önce Karabaş’ı daha sonra Mazlum’u gördü. Hemen pencereyi açtı; o anda bütün sınıf ona bakıyordu.
“Mazlum, neredesin oğlum?” dedi. “Niye okula gelmiyorsun?”
Mazlum hiç oralı olmadan, kafasını kaldırarak Yağlıca Dağı’nın keline baktı. Elindeki çubuğu karlara sürterek haşt haşt diye sesler çıkarıyordu. Bunun üzerine dışarıya çıktı. Çeperin etrafından dolaşmak yerine üzerinden atladı. Mazlum’un yanına gelince,
“Mazlum neden gelmiyorsun okula?” dedi sevecen bir bakışla. “Kışın kış günü, tüm hayvanların ahırda olduğu bir zamanda ne işin var dağda bayırda?”
“Ahırda da işler var öğretmenim,” dedi “sanki okula gelince ne olacak bu dağ başında?”
Bu sözleri duyar duymaz kaşları çatıldı, beyninden vurulmuşa döndü!
“O ne demek Mazlum, sen okulun ne olduğunu bilmiyor musun?” diye hayıflanarak başını salladı. Yağlıca’nın keline dikkat kesildi.
“Hem bu dağ başında okumaktan başka çaren mi var?” diyerek başlayan konuşması buna benzeyen cümlelerle devam etti. Daha etkili anlatmak adına kaldırdığı ellerini umutsuzca aşağıya indirdi. Mazlum konuşmanın bittiğini anlayınca, sessizce, gözleri dolarak metruk evlerin arasından ahırın yolunu tuttu.
Bu kadar basit mi olmalı, diye düşündü. İçinde bulunduğu serzenişin çığlığı kulaklarında rahatsız edici bir çınlamaya dönüştü. Geçen ay da aynı şeyleri yaşamış, babasının yanına gidip kâh güzel dille kâh kanuni zorunluluk olduğunu anlatarak, onu ikna etmeye çalışmıştı. Ama olmadı işte.
Beyazın, sessizliğin, soğuğun hüküm sürdüğü bu yerde hep başa dönüyordu. Belki de sevdiği bir yazarın cümlesi burası için söylenmişti:
“ Hayat tekrarın tekrarından ibarettir.”
Kaldırıp başını gökyüzünün en mavi, som mavi yerine baktı. Suratı ekşidi. Sonra uçan kartalları izledi, gerine gerine gözden kayboluncaya dek izledi.
“Bir kar yağsa da yıkılsa bu hüzün,” dedi ve çeperden atlayarak okul bahçesine girdi. Çocukların kızaklarını gördü, gülümsedi. Sınıfa girdiğinde yüzündeki tebessümü öğrencileri de fark etti, hep beraber katıla katıla güldüler…
Sinan Şuekinci