0

Yalnızlığa Terk Edilen Hikâye

Zaman akıp giderken, arkanda bıraktığın keşkelerle bugünün pişmanlığına sığınıyorsun. Bir şeyler yapmak istiyor, belki kendine faydalı olabilecek bir şeyler ama nedense ne istenilenler gerçekleşebiliyordu, ne de hayaller. Hani derlerdi ya; İnsan umut etmeden ve hayal kurmadan yaşayamaz diye. Yoksa insan o zaman yaşayabilir miydi? Hejar’da böyle düşünüyordu. İnsan ne hayalsiz yaşayabilirdi, ne de umutsuz. Peki, neden bu kadar üzgündü? Neden mutluluk hiç uğramıyordu. Yoksa kafasında kurduğu kötü düşüncelerden dolayı mı mutlu olamıyordu? Ya da insanlara kötü davrandığından dolayı mı bu kadar öksüz ya da yetimdi? Hoş! Yetim ve öksüz ne demek onu bile bilmiyordu Hejar. Sadece bu hayatta yalnız olduğunu biliyordu.

Kimsesi yoktu. Tek başına kutudan kurduğu evde yaşıyordu. Geceleri çok soğuk oluyor, gündüzleri ise sıcaklıktan pişiyordu. Bir tek hayal kurduğu zamanlar mutlu olabiliyordu. Hayallerini de geceleri kuruyordu. Bir de yıldızların ışıltısında kendisini kaybediyordu. Büyük hayalleri vardı onun… Gerçekleşmeyecek kadar büyük. Belki de mucizeli hayaller. Umutlarını hep içinde büyütüyordu. Kalbinde hissedemeyecek kadar derinde olan duygularını bazen kendisi çağırıyordu. Geceleri güzel olduğu kadar çirkindi de. Mesela bir gün çok hüzünleniyor, ağlıyor. Diğer gün kendi kendine gülüyordu. Nedense hiç şansı yaver gitmiyordu. Rüyalarında ne babasını görebiliyor ne de annesini. Üstelik kardeşi de yoktu. Yapayalnız kalınan dünyada ne yapabilirdi ki? O hiçti. Mutlu olamayacak kadar hiç. Dünyada değer göremeyecek kadar hiç. Özlüyordu… Kimi özlediğini bile bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Ne annesini, ne de babasını. Ne de kendisini. Kendisi hakkında da hiçbir şey bilmiyordu. Mesela en çok neyi sever? Ya da en çok neyden nefret eder?

Bir akşam Hejar, kutudan kurduğu evinde her zamanki gibi yalnız oturuyordu. Göğe bakarak içinden en güzel duygularını geçiriyordu. Aniden yanına gelen çocuğu fark etti. Bu çocuk kendisi gibiydi. Sanki çok benzer yanları vardı. Çocuğun adı Emre’ydi. Emre, annesini ve babasını terk edip buraya gelmişti. Hem de bu soğuk havada. Hejar hiçbir şey demeden çocuğun anlattıklarını dinliyordu. Meğer bu dünyada yalnız değilmiş. Çok yanlış düşündüğünü fark eden Hejar, Emre’ye sarılıp onu teselli etmek yerine onunla beraber ağlamayı tercih etti. Kadersiz doğan çocuklar vardır ya hani. İşte Hejar da Emre de kadersiz doğan çocuklardandı. Ya bir çöplükte ölüleri bulunacaktı, ya da tanınmayan şahıs tarafından öldürülüp nasılsa aileleri yoktu denilecekti. Emre’nin annesi de babası da vardı ama onlar çocuklarıyla ilgilenmiş olsalardı, Emre şu anda Hejar’ın yanında olmazdı.
Bir sabah güneşin ışıltısıyla uyunan ikili, birbirlerinin yüzlerine bakıp karınlarını nasıl doyuracaklarını düşünmeye başladılar. Uzun zamandan beri açtılar. Ne akşam yemeği ne de sabah kahvaltısı. Yemeklerini çöplükten buluyorlardı. Hejar ayağa kalkar kalkmaz, çöplüklerde yemek bakmaya başladı. Başka türlü nasıl hayata tutunabilirdi ki! Soğuktan ölmedi ama açlıktan ölebilirdi. Emre ise gecenin ayazından etkilenmiş bir vaziyette kutunun bir parçasında titreyerek yatıyordu. Hastaydı. Ateşi de vardı. Hejar henüz bunun farkında değildi. Hejar’ın şuan tek derdi, yemek bulabilmekti. Hejar çöplükten bir sandviç bulduktan sonra Emre’nin yanına geldi. Emre tepki vermiyor, gözleri kapalı bir şekilde yatıyordu. Hejar ise onu uyandırmaya çalışıyordu. Hâlbuki uyansa, bu sandviç bölünecek, karınlar doyurulacaktı. Ama Emre kalkmıyordu. Ne gözlerini açabiliyor ne de konuşabiliyordu. Hejar daha fazla dayanamayarak durumu polise bildirmek için koşar adım bulundukları yerdeki en yakın karakola gitti. Karakola gidene kadar da nefes nefese kalmıştı. Polis, dışarıdan gelen bu çocuğa önce acıyarak baktı. Sonra Hejar’ın kolundan tutup sorgu odasına götürdü. Polis kendi kendine düşünüyordu;

‘Hırsızlık yapmış bir çocuğa benzemiyor. Peki, bu çocuk neyin nesi de böyle koşarak buraya geldi? Yoksa durum cinayet mi?’

Hejar, heyecandan konuşamıyor, derdini anlatamıyordu. Polis ise çocuğu sorgulayacak vaziyette başında durarak, ona acı çektiriyordu. Polis hemen hızlı davranarak çocuğa su verdi.

“Konuşsana be çocuk! Ne oldu da bu haldesin?”

Hejar, suyunu içtikten sonra yaşananları tek tek anlattı. Ne yapacağını bilemediğinden polis karakoluna gelmek zorunda kaldığını da söyledi. Polis, cinayetle hatta hırsızlıkla suçladığı bu çocuğa sadece şaşkınlıkla bakakaldı. Meğer ne çok önyargıyla yaklaşmıştı. Bilememişti. Tahmin etmemişti. Bunca yıllık meslek hayatında, bir çocuğun derdinin açlık ve hastalık olduğunu anlayamamıştı. Üzgün bir ifadeyle, Hejar’ı odasına götürdü ve diğer meslektaşlarına emir verip Emre’nin de buraya getirilmesi gerektiğini vurguladı.

Aradan geçen bir saatlik dilimden sonra Emre’nin ölüm haberi küçük boylu, kır saçlı, kirli sakallı polis tarafından bildirildi. Hejar, bu polis amcadan duyduğu sözle bir anda yere yıkılıverdi. Oysaki Emre’yi çok sevmişti. Nasıl onun hasta olabileceğini anlayamamıştı. Neden onu yanına almıştı ki! Tüm bu yaşananlar kendisinin suçuymuş gibi düşünmeye başladı. Hem ağlıyor hem de gülüyordu.

‘İyi ki de kurtuldu!’ dedi kendi kendine.

Polis, Hejar’ı önce bir hastaneye sonra ise Çocuk Esirgeme Kurumu’na bırakarak onu yine yalnızlığa terk etti. Hejar hep yalnızdı zaten. Bu durum onu incitmemiş, insanların ona karşı olan tavırlarına alışmıştı. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda geçireceği on yılı vardı ve bu on yıldan sonra kendisini yine çöplükte bulacaktı. Nasılsa annesi, babası hatta bir kardeşi bile yoktu. Bir yakını bile olmamıştı. Emre vardı hayatında o da gitmişti uzaklara. Şimdi burada geçireceği huzurlu bir hayatı da olmayacaktı. Ne anne ne de baba… Ömür boyu bu yalnızlığı yüreğinde yaşayacaktı. Ne yaşarsa yaşasın, ister çok mutlu olduğu zamanlarda olsun, o hep yalnız kalmaya mahkûm edilmişti. Çünkü annesi ve babası böyle istemişti.

Kübra Erbayrakçı

Leave a Comment

İlgili İçerikler