0

Pandeminin başladığı ve sanırım bitmek bilmeyecek süreci arasında ki zaman diliminde, kendi hayatıma kattığım bana iyi gelen daha doğrusu iyi hissettirdiğini yeni anladığım ‘yol al çünkü yürümek iyidir’ duygusuyla yürüyüşlere başladım ve böylece beynimin tozlu kısmına bir puf dedim sanırım. İşte oradan, bilicimin farkında olmadan altlarına doğru ittiğim bazı dürtüler, yukarı doğru zıplamaya başladı. Evet, yürümeye başlamıştım. Üstelik genelde izleme dürtüsüyle uyuyup uyandığım ekran bağımlılığından, dinleme bağımlılığına uzanacak kadar çok uzun süren yürüyüşlerdi bunlar. Dinlemekten keyif aldığım için mi bu kadar çok yürüyordum yoksa yürümekten mi büyük haz duyuyordum artık ayırt edemez olmuştum.

İkbal Caddesi’nin ismiyle müsemma yollarını arşınlıyor ve düşünüyordum. Hayatımın tamamını geçirdiğim bu yakanın bu yaşam alalında, uzun zaman sonra insanların gözlerinin ta içene bakarak yürüyordum. Yoldaki sokak hayvanlarını teyit geçerek ama asla görmezden gelmeyerek ilerlerken, çocukluğumun ilk bisiklet sürüş tekniklerini geliştirdiğim, dört tekerden iki tekere yuvarlandığım, Sevgi Parkı’nın yanındaki kuşları fark ettim ilk. Ama asıl fark ettiğim benim için hepsinin o ana kadar sadece kuş olmasıydı. Türlerini, nasıl beslendiklerini, aslında onlara ait hiçbir şeyi bilmediğimi, gökyüzüne bakmadan, onları duymadan yol aldığımı düşündüm. Biraz önce genelleme yaparak söylediğim sokak hayvanları tamlaması gibi. Yürüdükçe farkındalığım artıyordu. O büyük arsadaki ya da o çok sevdiğim parktaki hiçbir ağacın adını da bilmiyordum, aynı tür olduklarının bile farkında değildim. Çocukluğumdan beri oradaydılar hâlbuki. Ne çok şey görmüş ve tanık olmuşlardı. Tabela olsa bir yerinde parkın, diye düşündüm. Sevgi Parkı’nın ağaçlarının dili olsa kendilerini nasıl anlatırlardı, sorunun cevabını veren bir tabela… O zaman, orada benim gibi geç kalmadan öğrenebilirdi ağaçların geçmişini henüz iki tekerlekliye evirilmeyen bisiklet süren çocuklar. Yürüdükçe kalabalıklaşıyordu farkında olmadıklarımın kümesi. Bu, biraz korkutuyordu beni, ondan mıdır bilmem daha hızlı yürüyordum artık.

Kendimi bulmanın yolunu mu arıyordum acaba? İçten içe yeniden evirilmeye mi çabalıyordum? Bu bir kayboluş muydu, arayış mı? Eğer öyleyse bu bilinmezliğin içinde geçirdiğim her saniye beni asıl benliğime bir adım daha yaklaştırabilecek miydi?

İyi ya da kötü, adi ya da ucube biri olmam, riyakâr ya da hırsız gibi görünmem, mutlu ya da âşık olmam, duvardaki o devasa ekran karşısında oturup sadece popomu büyütmekten başka bir işe yaramadığımı bilmem, kısacası ne isem o olduğumun farkında olmam değil miydi önemli olan? Bütün özeliklerimizle birlikte kendimi kabul edebilmem yani. Ben buyum, düşüncelerim bu, hayatım bunlardan ibaret, beğenin ya da beğenmeyin ben bu kadarım deme cesareti miydi aradığım? Aynaya baktığımda gördüğüm sureti beğenmek yeterli değil miydi? Yoksa kabullenmemiz gereken en önemli husus, kim ve ne olduğumuzun farkında olmadan birilerinin hayatında ‘kenar süsü’ olduğumuzu kabullenmekte mi saklıydı?

Kendim için neler yapıyorum dedim içimden ama yüksek bir biçimde. Mutlu olmak için mesela, sadece mutlu olmak ve sadece kendim için. Mutluluk neydi ki? Acaba mutluydum ama farkında mı değildim? Elimdekilerin kıymetini bilmiyor muydum? Evet, bana öğretilmiş bir yol haritası vardı peşinden gittiğim. Ama dayatılmış olan haritayla vardığım nokta beni hiçbir şekilde tatmin etmemişti. Yönümü bulmak için yeni bir haritaya ihtiyacım vardı belli ki. Sürekli bunları analiz etmeye çalışarak mı geçirecektim ömrümü? Keşke hayata sadece tanıklık ederek kendiliğinden akışta gerçekleşseydi bu cevap arayışı. Sanırım yürüyüş iyice beni zorlama başlamıştı.

Neler bana keyif veriyor diye düşündüm adımlarım hızlandıkça. Kendi zevklerimden yola çıkarak, kendi kriterlerimi belirleyerek seçtiğim, değerlendirdiğim çok film seyrettim, çok oyun izledim. Tiyatro zaten benim içimde sönmeyen bir yangın yeriydi. Beni en iyi tanıyanlar, bu duyguyu bulaştırdığımı da çok iyi bilirlerdi. Bu düşünce sonra başka yerlere sürükledi beni. Şunu düşündüm mesela, çok araştırarak, çok film seyrederek yani adına sanat dediğimiz o bir şekilde bir duygunun dışa vurum biçimlerini çok çok yaparak allame-i cihan olmuyorsun. Ama öyle zanneden bir ordu dolusu insan var. Kendi zevki ve kriterleri yok çoğu kişinin. Her şeyi beğenen ya da hiçbir şeyi beğenmeyen ya da herkes beğeniyor diye beğendiğini dile getiren, kendine ben neden beğendim sorusuna cevap bile veremeyen ki, bunu zaten aramayan, çünkü kendi süzgeci olmayan, bir duyguyu bile başkalarının zevkinden yola çıkıp anlamlandırarak anlatan bir sürü insanı düşündüm. İşte kendimi şanslı hissettiğim bir alan bulmuştum. Ben onlardan değildim. Düşündükçe, benle birlikte nefesimde hızlanmıştı. Bir yarışmadaydık sanki ama nefesim ve ben farklı takımlarda yol alıyorduk.

Dinlerken düşünüyor, düşünürken yazmaya meyilli olduğum dönemlere geri döndüğümü anlıyordum. En çok da edebiyat bölümü mezunu olduğumdan mütevellit sanırım, o dönemlerde baş göstermekten, filizlenmeye evirilen bu dürtüyü, yurtta oda arkadaşlarımın ve artık ahretliğe uzanan yol arkadaşlarımın haberdar olduğu, hisleri kelimelerle şekillendirme hevesime, yani yazmaya tekrar meyil etmiştim.

Yol boyunca ne çok soru sormuştum kendime. En son, bir insan neden yazar diye geçirdim aklımdan. Vereceğim cevap diğer insanların vereceği cevaplardan farklı mıydı acaba? Yoksa zeminde bir yerde ortak bir noktamız olabilir miydi tüm yazıya meyilli olanların. Çünkü bireysel olarak yaşadığımız hayatlar birbirinden farklı olsa da neden sorusu karşısında vereceğimiz cevaplarda mutlaka bir benzerlik olmalıydı. Kaybolmuşluğun içinden yazarak kurtulabileceğimi biliyordum artık. Yürüdükçe kendime sorduğum sorular, bu soruların ardından gelen yazma dürtüm giderek artıyordu. Kendime ait bir alanı tekrar keşfetmiş gibiydim ve sanırım bu keşif, beni de yeniden şekillendirecekti. Daha çok yürüyecek daha çok şey fark edecek ve daha çok yazacaktım.

Gülay Gürel

Leave a Comment

İlgili İçerikler