KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Bir hikâyeyi bitirebilmek için oturmuştum masaya. Oda buz gibiydi. Ayağıma terliklerimi giymek için tekrar kalktım. Tekini bulmak biraz zamanımı aldı ama olsun, ayaklarım üşümüyordu artık.
Tekrar oturdum. Ruhum bile titriyordu sanki soğuktan. Ama yazacaktım. Kelimeleri ruhumdan kalemime iten döner bir sistem durmadan zorluyordu avuçlarımı. Yazmalıydım.
Tam elime kalemi alacakken pencerenin aralık olduğunu fark ettim. Demek o yüzden bu kadar üşümüşüm. Kalktım, pencereyi iyice kapattım. Tam kafamı çevirecekken gökyüzünün ihtişamına takıldı gözlerim. Bulutları sarıya boyayıp benzersiz bir tabloya çeviren ay, babayiğit tavrı ile dikkatimi çekti. Savaştan galibiyet ile dönmüş, sarı kürküne bezenmiş, beyaz elbiseli, dünya güzeli cariyelerin içinde göğsünü kabarta kabarta yürüyen bir padişah gibiydi ay. İmrendim doğrusu. Ben hiç savaş kazanmamıştım. Elimde kılıç varmış gibi ileriye atılacaktım ki pencereye tosladım. Biri gördü mü acaba diye etrafıma bakındım. Hafifçe sırıttım. Aya baktım tekrar. Seninle işim bitmedi. Sonra görüşeceğiz dedim fısıldayarak.
Kafama vurdum sonra, aklıma hikâye yazacağım geldi. Tam masaya oturacaktım; aşağıdan kesik kesik bir müzik sesi geldiğini fark ettim. Ses iyice kısılmıştı ama duymak istemediğim için duyuyordum işte. “Ben hikâye yazacağım, konsantre olamam ki,” dedim içimden. Sonra, “bu saatte kim müzik dinler bizim evde?” dedim. Annem, babam ve küçük kardeşimden başka kim var ki? Bir süre dondum kaldım. Vücudum benden bir hamle bekliyor gibiydi ama ben otursam mı inip bir baksam mı bilemedim. Toparlanıp aşağıya yollandım. Yavaş yavaş aşağıya sıvıştım. Buzda yürür gibi. Daha önce geceleri evden kaçarken kullandığım yürüme yöntemiydi bu. Deneyim sahibiydim. Aramızda kalsın.
Kafamı üst katın merdivenlerinin parmaklıklarından hafifçe ileriye, sesin olduğu yere uzattım. Babam, bir elinde sigara, bir elinde eski bir fotoğraf, iç çekip fotoğrafa bakıyordu. Fotoğraftaki yabancı bir kadındı belli ki. Annem olmadığı kesindi. Annem olsaydı aile albümünde olurdu resim. Demek ki babamın gizli bir yarası vardı. Fotoğrafın etrafındaki süslü kesimini bir tek eski fotoğraflarda görmüştüm. Dinlediği şarkı da eskiydi. Belki onların şarkısıydı kim bilir. Gece yarısı annem uyurken gizli gizli dinlediğine göre.
Babam gözüme yabancı biriymiş gibi göründü birden. Genç, aşık bir adam. Belki kendi içinde hâlâ öyleydi. Nasıl da yakındık oysa. En yakınımızdakileri bile tanıyamıyoruz. Sorsalar tanımaz olur muyum diyecektim oysa. Ama tanıyamıyoruz işte. Yüzümüze gülerken içinde ne acılar gizlemiş kim bilir. Nasıl da korkuyorum bunları düşünürken. Asla tanıyamayacağım insanları. En yakınımdakileri bile. Asla tanıyamayacak insanlar beni. En yakınımdakiler bile.
Kalktım yerimden. Tuhaftı, normalde gizli bir aşkı olduğu için kızmam lazımdı babama. Ama sonra yazar olma isteğim geldi aklıma. İnsanların duygularını yadırgamamam gerekiyordu artık. Anlamaya çalışmam, farklı olsalar da kendi içimden bir yer vermem gerekiyordu farklı düşünce ve duygulara. Bütün duygular beni tamamlayacak olan yapboz parçasıydı benim için. Yine de kalbimde ufak bir hüzün ve babama acıma duygusu ile yukarıya çıktım.
“Hadi” dedim kendime, “Yazmalıyım artık. Takılıp durduğum yeter. Ücralardaki duygular çıkmak için bekliyor beni.” Yüreğimin kolluk kuvvetlerini çekip, kelime özgürlüğünü ilan etmeliyim. Zira devrim yapacak çok kelime var içimde. Hafazanallah! Ya yüreğim de elden giderse aklım gibi…
Aldım sonunda elime kalemi. Döndürdüm parmaklarımın arasında. Ben ona baktım, o bana, durduk. Eee… Ne yazacaktım ben? O da ne! Buz kestim yine. Sonra ateş bastı her yanımı. Kalemin üstünde benim adım yazıyordu. Kalbim titredi birden. Bu, o kalemdi. Halbuki çoğu zaman onunla yazardım. Babamın yüzünden işte. Duygularım deniz dalgası gibi oldu. Kıyıya vurdu, derinde kalmış hisler. Onun bana, bu kalemi aldığı gün geldi gözlerimin önüne. Nasıl da yakındık o zamanlar. Sisler kapladı yüreğimi. Acısı bu kadar uzun sürmemeliydi. Neyse, başka bir şey düşünmem lazım. Bu duyguların içine girersem yine yönümü kaybederim. Ama olmuyor işte. Geldi mi böyle çabuk gider mi gözleri aklımdan? Ben onun dostluğuna ihanet etmiştim. Bana kalsa etmezdim. Ama bazen bize kalmıyor işte. Sonrasında hiç konuşamamıştım onunla. Yüzüm yoktu. Sevgim çoktu. Ama yüzüm yoktu. Al işte gitti bütün ilham perileri.
Neyse dedim. Babam gibi derin bir nefes çektim. Zihnimi berraklaştırması için kalkıp tekrar gökyüzüne baktım. Ama nerde… Görüntü az önceki ile aynıydı ama ben değişivermiştim. Şimdi ayı, utancından bulutların arkasına saklanmaya çalışan güzel yüzlü bir kız olarak görüyordum. Daha fazla utanmasın diye çektim perdeyi.
Ne tuhaf. Odam da artık soğuk değildi sanki. Duygu geçişleri mevsim geçişleri gibiydi. Ve şu an kış değil sonbahardı mevsimim. Kasım ayı gibi ılık.
Ne yazacağımı buldum sonunda. Ne yazmam gerektiğini anladım. Duygular…
Dünyayı renkten renge boyayan onlardı. Bizi biz yapan onlardı. Nasıl hissedersek, dünya o hissin kucağına yerleşiverirdi. Daha güzel bir konu olamazdı. Ama sonra. Şimdi uykum var. Sonra yazarım belki.
Gazel Yiğit