KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Mesleğine nokta koyduğunda geride otuz dokuz yıllık meslek hayatını bıraktı. Göreve başlama ile bitirme arasındaki heyecanı hep aynı kaldı. O amatör ruhu hep sürdü. Emekli olmanın zamanıydı. O da öyle yaptı, emekli oldu.
Sabah erken kalkar uzun süre okula gitmek için hazırlık yapardı. Kılığına kıyafetine aşırı düşkündü. Aşırıya kaçmadan temiz giyinir, göze hoş görünür renkleri tercih ederdi. Ama en çok sevdiği renk griydi. Çocukluğundan ta ilkokul yıllarından itibaren griye düşkünlüğü vardı. İlkokul öğretmenin gri ceketi hep gözünün önünde canlanırdı. Son olarak mevsimlik elbisesine uygun ayakkabılarını giyer, kapıdan eşine Allaha ısmarladık diyerek çıkardı. Sıtkı Bey’i gören uzun bir yolculuğa çıkıyor sanırdı. O günkü çalışma malzemelerini koyduğu siyah çantasını eşi kapıdan uzatıp “güle güle” derdi.
Anadolu’yu birlikte dolandılar. Ayazda üşüdüler, çamurlu yollar çiğnediler. Köyden köye dolaşıp durdular. Sıtkı Bey hiçbir köyü, köyün zor şartını dert etmedi. Her zaman, öğrencilerini dert etti. Onları vatanını milletini seven birer yurttaş olarak yetiştirmekti tek amacı. Bunu da başardıkça mutlu oluyordu.
Son yıllarda doktora daha sık gider oldu. Artık vücudu alarm vermeye başlamıştı. Her gittiğinde başka bir sorun çıkıyordu. Bir gün midesi, bir gün böbreği başka bir gün kalbi sıkıştırıyordu. Son gittiğinde İstanbul’a gelmişlerdi. Yaklaşık on yıldır İstanbul’un öğrenci mevcudu çok kalabalık olan gecekondu mahallesinde bir okulda görev yapıyordu. Okul, buram buram Anadolu kokuyordu. Yoksulluk, kadir bilirlik hepsi bir aradaydı.
Gençliğinde görev yaptığı ilden olan öğrencinin annesi ile bahçede ayaküstü sohbet ettiler. O anne dedi ki ona, “hocam benim çocuk diyor ki muz ne tattadır ben bilmiyorum.” Ne diyeceğini düşündü. Sonra elini cebine soktu. Cebinde çok para yoktu. Çıkardı uzattı. “Al bunu, bu parayla çocuğuna muz al, tadını öğrensin.” dedi. O gün akşama kadar tekrarladı o cümleyi. “Muz ne tattadır bilmiyorum.” Doktoru böyle bu görevi sürdüremezsin dediği günün akşamında, eşine doktorun dediğini söylemeden ani karar vermiş gibi, “yarın emeklilik dilekçemi veriyorum” dedi.
Dediğini yaptı dilekçesini verdi, okullar eğitim öğretime açılırken onun için artık son zil çoktan çalmıştı. Ruhu gençti, evde oturmak ona göre değildi. Her gün sabah evden çıkar, karşı bakkala kadar yürür, ekmeğini alır, koltuğunun altına gazetesini koyar, eve dönerdi. Sürekli gazete okuma alışkanlığına ara vermeden emekliliğinde de devam etti. Haberlerine bakıyor bulmacalarını çözüyordu.
Bu sabah da aynı şeyi yaptı. Ekmeğin yanında gazetesini de aldı. Sürekli okuduğu bir gazetesi vardı, onun yanına da keyfi olduğunda bir başka gazete alıyordu. Boş zamanı kimine göre çoktu, kendine göre yoktu. En boş zamanında zihni doluydu, sürekli düşünüyor sonra düşündüklerini yazıyordu. Çocukluğundan beri bir hayali vardı. Bir gün birileri ondan yazar diye bahsetsinler istiyordu. Kocaman harflerle yazsınlar. “Yazar Sıtkı…”
Kapının önüne geldi, zilin düğmesine bastı. Eşinin açtığı kapıdan başını uzattı. “Asansörü çıkarandan Allah razı olsun. Yoksa dizde derman mı var merdivenleri çıkacak?” Belli etmese de giderek kötüleştiğinin farkındaydı. “Çayın demi de mis gibi kokuyor, hiç böyle koku almamıştım.” dedi. Elindeki ekmeği mutfağa bıraktı. Geri çıktı. Çalışma odası olarak kullandığı odaya gitti. Gazetelerini masanın üstüne koydu. Sandalyeye oturmadan, gazetenin birinin, sonra diğerinin manşet haberlerine baktı. Ne yoktu ki?
İçinde bulundukları ayın enflasyon oranı vardı ilk sayfada. Göz gezdirdi. “Yalanınız batsın. Fiyatlar bu kadar yüksekken bu yazdığınıza siz inandınız mı? dedi. Mutfaktan gelen ses böldü okuduğu haberi.
“Çayını doldurdum.” Mutfağa yöneldi. O kısa mesafeyi düşünerek geçirdi. Şimdi mutfaktaki masa eskiden olduğu gibi cıvıl cıvıl olsa, çocukların her biri ayrı ayrı “günaydın” deseler ne güzel olurdu.
Üç çocuğu da evden ayrılmış ha deyince gidilmeyecek kadar uzak yerlerde yaşıyorlardı. Küçük oğlu askerdi. Büyük oğulları Kadir, giderken çok üzüldüler. Askerliğini yedek subay olarak yapıp geldikten sonra yanlarında fazla kalmadı. İçinde yurt dışı hevesi vardı. Gözleri yaş içinde kalacağını bilerek izin verdiler. Bundan sonra ara sıra gelmenin dışında artık eve dönmeyecek, gittiği ülkede yaşayacaktı. Eskiden sık sık telefonla görüştükleri halde son zamanlarda eskisi gibi sık aramıyordu Kadir. İşleri yoğunmuş.
İkinci çocukları Şeref evden ayrılırken, ayrılığın acısını tatmış birileri olarak katlanmanın kaçınılmaz olduğunun farkındaydılar. Şeref evlilik nedeniyle İstanbul’un dışında bir yere yerleşti. Sık sık gelirim dediği halde, üç yıldır kapıyı açmadı. Annelerinin tesellisi şuydu. “Aç değiller, açıkta değiller.” Askerlik bitti, küçük oğulları Yusuf da geldi. Yanlarında fazla kalmadı. Yanlarından ayrıldı, ayrı eve çıktı fakat baba evine uğramaz oldu.
Eşi sürekli; “Çocuklarımın rızkını veren Allah dağınık vermiş. Kanatları tüylenen serçe yavruları gibi birer birer yuvayı terk ettiler. Canları sağ olsun da…” diyordu. Kahvaltı masalarında çok şey vardı. Sıtkı Bey’in hanımının eli boldu. O, her sabah kahvaltıda ve yemeklerde sürekli ne koyarsa masaya bol koyardı. Annelik içgüdüsü vardı birazda. Belli etmese, bir gün kapı açılacak, çocukların üçü birden kurtlar gibi açız diyerek geleceklerini hayal ederdi. Birazda fazla fazla koyması bundandı. Bunu eşine sıkılır söyleyemezdi. Söyleseydi kim bilir ne derdi yılların öğretmeni.
Mesleğinde elde ettiği bazı prensipleri evde de uyguladığından, çok hayal kurmadan ki varlık hayali bunun dışındaydı, daha gerçekçi düşünmeyi becerirdi. Gazetenin manşet haberlerini de bu gerçekçilik ışığında okuduğundan hepsine kızardı. Hatta bir seferin yüksek sesle bağırdı.
“Bir seferde kardeşim halkın hoşuna gidecek bir şey yazın. Güya gazetecisiniz. Yazdıklarınıza bakın.” Okuduklarından memnun değildi. İki gazeteyi de bu yüzden alıyordu. Bir doluya tutuyorsa, diğeri ile yağmura tutulmuş gibi olup teselli oluyordu. Çocuklar haklı yurt dışı hayaliyle yaşarken. Bu ne kardeşim? Utanın. Utanın.” Kızdığı hiçbir gazeteci yoktu yanında o boş duvarlara bağırıyordu.
Son günlerde aşırı kızgındı. İyi gitmiyordu vaziyetler. Ortada bir huzursuzluk vardı. Çok basite indirerek, “bu kadar kim yiyecek, doldurmuş masayı,” dedi. Eşi; ağzını açtı. Hep hayal ettiği cümlenin ilk kelimesini söyleyince hemen sustu.
“Çocuklar.”
Sıtkı Bey, cümleyi tamamlamasını bekledi. İçine düşen hasret ateşini saklamaya çalışarak. Birinde ana yüreği vardı da diğerinde baba yüreği olmaz mıydı?
“Haklısın Bey,” dedi. “Çocukların zamanında böyle bol koyuyordum. Onu söyleyecektim.” Açık alana bakan mutfak penceresinden çok uzaklara buğulu gözlerle baktı.
İsmet Aci