İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Yağmur yağıyor. Kuşların cıvıltısında, yeşilin en güzel tonlarını paylaşan çimenler ve ağaçlar bir çocuk gibi neşe bulmakta. Az sonra biri pencereden bakacak… Küçük parmakları, küçücük burnu, yeşil gözleri ve kısa saçlarıyla, en sevdiği dert ortağı belki de yağmur olan bir çocuktur bu…
Ellerini pencereye dayamış bekliyor, hep bekleyecek. Yağmur damlalarıyla senli benli fakat birden irkiliyor, annesinin sesi kulaklarını çınlatıyor.
“Gidişin olur da dönüşün olmaz inşallah! Verem etti bu herif beni.”
Bulanık bir nisan sabahı. Hafta sonu olmasına rağmen kimseler yok. Peki ya evler… Gecekondular! Bunca insanı onlar mı saklıyor? Hayır, evler de boş gibi.
Babası yine kahvehaneye gitti. Yine aynı arkadaşlarıyla, yine aynı kahvehaneye ve yine aynı kâğıt oyununu oynamaya… Alışmanın en büyük tehlikesi bu olsa gerek. Aynılara olan bağımlılığı kullanarak tekrar kazanılması mümkün olmayan o çok değerli zamanı kaybettirmek ve elbette gözünü gelecek zamana da dikerek onu da tehdit etmek…
Bugün ailenin banyo günü. Haftanın hiç de sevilmeyen bir günü. Tüpün üzerinde kazan, kazanda kaynayan suyla birlikte sinirlenen bir anne. Çünkü her cumartesi günü banyo yapması beklenen baba, muntazaman bu görevini aksatmakta, buna karşılık evin annesi de her cumartesi küplere binmektedir. Ya arada kalan çocuk? O hâlâ pencereden yağmuru seyretmekte.
Yağmur dinmek üzereyken güneş bulutların arasından çıkmaya hazırlanıyor. Tam bu sırada gökkuşağı en güzel renkleriyle beliriverdi. Çocuk onunla konuşmayı çok istiyordu. Ne var ki bir gökkuşağı ile nasıl konuşulur hiç bilmiyordu. Ama komşuları Pakize teyze bir keresinde:
“Kuşlar, çiçekler, ağaçlar hatta gökkuşağının bile pek güzel dilleri vardır evladım. Fakat biz öğrenmediğimiz için onlarla konuşamıyoruz.” demişti.
“ Niye öğrenmiyoruz Pakize teyze? ” diye sormuştu.
“ Çoğu insanın ömrü yetmezmiş buna Emreciğim.”
“ Çok mu zormuş? ”
“Hayır! Onlarla konuşabilmek için önce kâinat kitabını okuyabilmen gerekiyormuş. Bu hüneri kazanmak hiç de kolay değilmiş. ”
“ Çok kalın bir kitap mı o? ”
Pakize teyze gülerek,
“ Hay Allah! Çok komik doğrusu. Ne kadar da meraklısın küçük adam. ”
Ağzındaki mandalı alıp çamaşırı az ötede ağaçla pencere arasında gerili duran ipe asmaya çalışırken,
“ Bildiğin kitaplardan değil bu! ” demişti.
“ Peki, nasıl bir kitap? ”
“Canlı cansız tüm varlıklar bu kitaptadır. Kuşlar, böcekler, çiçekler, ağaçlar, kelebekler, dağlar, ovalar hepsi. Bir oyun gibi düşün bunu. ”
“ Saklambaca benziyor mu? Nasıl oynanır? ”
“ Saklambaçtan çok daha güzel. Bu oyuna sürekli yeni oyuncular katılır. Yine birçoğu ondan ayrılmak durumunda kalır. Birçok kuralları vardır. Öğrenmekle bitmez ki! Ama öğrendikçe daha çok zevk alırsın. ”
“ Sen biliyor musun? ”
“Pek azını biliyorum. Sana sonra öğretirim sayın şehzadem olur mu? Şimdi işim var ama çok istiyorsan ufak bir sır vereyim.” Emre ellerini çırparak,
“ Ne olur, ne olur…” demişti. Pakize teyze:
“Eğer kuşlar, böcekler, çiçekler yahut ağaçlarla konuşmak istersen yağmurun yağmasını beklemelisin. Yağmur, söylediklerinin hepsini onlara anlatır. Yağmur yağmazsa içinden sessizce bulutları çağır ve yağmur yağması için Allah’a dua et emi…”
Gökkuşağına anlatması için yeniden hızlanan yağmurla konuşmaya başladı. Gerçi Pakize teyze gökkuşağından bahsetmemişti ama aldırmadı buna.
“Sevgili gökkuşağı! Ne güzel renklerin var senin. Hepsini de tanıyorum ben. Arkadaşların nerede? Hep yalnız mı oyun oynuyorsun? Benim arkadaşlarım var, seni onlarla tanıştırayım ister misin? Çok seversin onları. Bazen beni üzüyorlar ama olsun. Babamla annem de çok üzüyorlar beni. Hâlbuki ben onları o kadar üzmüyorum. Arada sırada oyuncaklarımı toplamadığımdan odam çok dağınık oluyor. Dışarı çıkıp arkadaşlarımla oynadığımda elbiselerimi epey kirletiyorum. Ne yapayım, temiz durmuyorlar ki! Böyle zamanlarda annem, “pasaklı” der bana. Hep özür diliyorum annemden. Sarılıp öpüyorum. Kızgınlığı geçiveriyor. Sonra beni sımsıkı kucaklayıp ağlıyor. Niye ağlıyor bilmiyorum, ağlıyor diye ben de ağlamaya başlıyorum. Biliyor musun böyle ağlamak güzel bir şey…
Annem de babam da beni çok seviyorlar, biliyorum. Babamla akşamları erken geldiğinde oyunlar oynar, güreşiriz. O hiç yorulmaz. Gün boyu ne yaptığımı sorar. Ben de sırayla anlatırım. Annem yemekler, tatlılar yapar. Hem de en güzellerini! Görsen evde en çok yemek yiyen benim. Ama bazen beni çok üzüyorlar. Kavga ettiklerinde ağlıyorum, kötü oluyorum. Bu akşam yine kavga edecekler biliyorum. Babam oraya gidiyor diye annem çok sinirleniyor.
Gökkuşağı! Bu akşam bize gelsene… Seni görünce annem ve babam kavga etmezler. Onlar da seni sever. Ne olur gelir misin? ”
O sırada ikinci bir gökkuşağı daha belirdi. Çocuk ilk defa görmüş gibi hayretle baktı. Öyle sevinmişti ki sevincinden ellerini çırpmaya, somyanın üzerinde hoplamaya başladı. Ona göre bu, önemli bir işaretti. Akşama gökkuşağının evlerine geleceğine kesinlikle inanıyordu. Hatta arkadaşını da getireceğinden emindi. Öyle mutluydu ki yağmura ve Allah’a binlerce teşekkür etti.
Halis Tamkoç