KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Çoban olduğuma bakmayın. Biraz hatır gönül desteğiyle olsa da dışarıdan liseyi bitirmiş bir adamım ben. Her ay mutlaka bir kitap okurum. Birkaç gün gecikmeli gelse de tarafsız sayılan bir gazeteyi, bulmacalarını çözene kadar elden bırakmam. Geçen güzden bu yana da kaleme sarılmaktayım. Yazdıkça ve yazarken araştırdıkça edindiğim bilgiler yaşım geçkin olsa da iyi yerleşiyor kafama. Ha deyince unutulmuyorlar. Dolaysıyla kalemin daha kıvrak oluyor. Yazı yazma aşamasına gelmemde gayretimden ziyade öğretmenimin emeği daha fazla… Hakkını baştan belirtmem boynumun borcu… Öğretmenim kim mi? Canımdan bir parça…
Sözcüklerdeki bazı harflerin yutulmasıyla yapılan konuşmaya yöresel ağız yerine “alma dili” derim ben. Sözcüklerin doğru söylenişi de haliyle “elma dili” oluyor. Bu tespitim kabul görür mü orasını bilemem ama Türk milletinin ezici çoğunluğu “alma” diliyle konuşuyor, bunu iyi biliyorum. Bizim bu yörelerde, “alma” dilinin “alması” da yaygındır. Yani sözcüklerin lazım olan kısımları söylenir. Benim adımda olduğu gibi.
Köylülerim “Lazım” der bana. Lakabım da “Çoban.” Adım, essahtan “Lazım” değil emme… Öyle oluyor ki zamanla sen de “Lazım” demeye başlıyorsun kendine… İlk adım Milazım’mış. Anamla babama, ebemle dedeme ‘lazım’ bir evlat doğduğum için ilk onlar başlamış “Lazım” demeye. İki kızdan sonra doğan oğlan çocuğu onlar için pek lazım olanmış. Bir de; ‘alma’ dilinin ‘alması’yla adım münasip bir şekilde söylenince, “Lazım” olarak temelli yerleşmişim dillere.
Milazım adını dedem koymuş bana. Anam doğum sancıları çekerken yaylaya jandarma mülazımı (Teğmen) gelmiş. İşte tam o vakitlerde doğmuşum. ‘Lazım evlat’ doğduğunu öğrenen dedem pek sevinmiş. Mülazım efendi ve beraberindeki jandarmalara bir kuzu keserek yedirip içirmiş. Sonra da, “Allah’ın selameti başınıza olsun,” deyip uğurlamış onları. Benim adımı verecekken Mülazım Efendi’nin adı gelmiş aklına. Hep “Milazım Efendi” diye hitap ettiğinden unutmuş adamın adını. Derken, besmele çekip kulağıma üç defa; “Milazım! Milazım! Milazım!” diye seslenmiş. Ondan dolayı adım olmuş Milazim.
Anamla babam, “Bir ‘Lazım’ az gelir, ikinci bir oğlan daha lazım,” deyip girmişler havaya. Ama umut edilen ‘lazım’ yerine üçüncü kız gelmiş dünyaya. “Bunun arkası ‘lazım’dır, durmak yok, yola devam etmek ilazımdır,” deyip fırına vermişler mercimeği. Bir değil, tam iki ‘lazım’ birden vermiş Mevla’m. Taze ‘lazımlar’ üç gün sonra meleklere vermişler selam. Anamla babam, “Ha gayret” deseler de velhasılıkelam. Üç kız ve “lazım” oğlanla yetinmek zorunda kalmışlar vesselam…
Bizim buralarda kız çocukları, “lazım evlat sayılmazlar” diye bir anlayış yoktur. ‘Lazım’ değerindedirler. Ancak ata ocağının tütmesi için ‘lazım oğlan’ mutlaka istenir. Beş altı sene sona babam, kafa kâğıdımı almak için ilçedeki nüfus dairesine gitmiş. Memur, oğlanın adını sorunca babam; “Lazım,”demiş. Memur pek iştahlı gülüp, “Öyle ad olmaz,” deyince babam; “Oğlanın essah adı Milazım emme biz ‘Lazım’ deriz,” demiş. Nüfus memuru çakmış meseleyi. Adım yazılmış “Mülazım.” Beş altı yaşlarında kuzu gütmeye başlayınca bu defa da olmuşum “Çoban Lazım…”
Aklım iyice ermeye başladığında “Çoban Lazım,” denmesi gücüme gitmeye başladı. İlkokuldayken alay edercesine “Çoban Lazım” diyen çocuklarla epey kavgam oldu. Denk getirdiklerimi dövdüm. Birleştiklerinde dayak yedim. Böyle bir kavga sonrası öğretmenim; “Çoban Lazım demelerini dert etme. Köydeki herkesin bir lakabı var. Seninle dalga geçenlerin de ilerde lakapları olacak,” deyince aşağılık duygusundan arındım biraz. Daha sonraları, “Çoban Lazım” demeleri umurumda olmadı. Bizim köyde kadın erkek alayının lakabı vardır dersem yalan söylemiş olmam. Tabak Hasan, Kımıldan Ahmet, Sırık Ülfet, Ibil Musa, Çatal Hüseyin, Godügodü Ülfet, Cebidelik Emin, Fındık Ayşe, Allı Zeynep, Eğri Fadime, Çebiş Hatçe, Zilli Halime. Yaz yaz bitmez. Sayısına bereket.
Köydeki ve yayladaki torunlarım da “Lazım Dede,” derler bana. İşte böyle düşünce ahalinin diline, lakabınla adın kazınıyor beynine… O yüzden yaylaya gelen bazı yabancı misafirlere kendimi “Çoban Lazım” diye tanıttığım oluyor. Lakabımla adım garip geldiği için bel bel bakıyorlar yüzüme…
Mülazım, namı diğer Çoban Lazım olarak ben kim miyim? Anlatayım. Altmışaltı yaşında, iki oğlanla iki kız babası, altı torun dedesiyim. Büyük oğlum, bıçakçı doktor. Yani genel cerrah. Karısı da bayıltıcı doktor. Anestezi uzmanı. İzmir’de oturuyorlar. Büyük kızım, Ankara’daki özel bir lisede edebiyat öğretmeni. Kocası da ormancı. Mühendis olanlardan. Orman Genel Müdürlüğü’nde şube müdürü. Küçük oğlum okumadı. İyi de oldu. Buraya da adam lazımdı. Küçük kızım ise okumaya hiç heveslenmedi. On yedisine ayak salladığında kocaya kaçan kız zaten okumazdı.
“Vereyim sana bir öğüt, kendi ununu kendin öğüt.”
Benim yazı yazmam bu atasözüne benzedi biraz. İki öğretmenden -birisine diklenince öbürü de yakama yapıştı- yediğim okkalı dayak sonrası ortaokul üçten ayrıldıktan sonra müthiş bir okuma hırsına kapıldım. Daha doğrusu yediğim dayağın hıncını okumadan çıkarmaya başladım. Ne buldumsa okudum ve hâlâ okurum. İşte bu okuma hırsı beni dışarıdan ortaokulu ve liseyi bitirmemi sağladı. Okuma tutkumu bildikleri için öğretmen kızımla kocası her gelişlerinde yığınca kitap ve dergi getirirler bana. Arada gönderdikleri de oluyor. Geçen yaz; öğretmen kızım, on üç yaşındaki kızıyla yaylaya geldiğinde, onların sayesinde internet dünyasını tanımış oldum. Torunumdan bilgisayar kullanmasını, annesinden de okunacak yazıların bulunduğu edebiyat sitelerini öğrendim. On gün sonra da dizüstü bilgisayar alıp, internete bağlandım. Sitelerdeki yazıları okudukça yazı yazma hevesi belirdi bende. Öğretmen kızıma söyledim bunu.
“Çok iyi olur,” dedi kızım. “Yaşamından bazı kesitleri anlatan öyküler yaz ki bizlere de hatıra kalsın.”
Onun teşvik edici bu sözleriyle yazı yazma iştahım iyice kabardı.
“Bunca yıl kitap şu bu okudum. Bir öykü yazayım da, Çoban Lazım’ın ne yaman bir öykücü olduğunu görsün cümle âlem…” diyerek havamı da atmaktan geri kalmadım.
“Çok okumanın öykü yazmada elbette yararı olur,” dedi kızım. “Bu iş, o kadar kolay değildir. Şöyle yapalım. Dört sayfalık bir öykü yaz. İlk görücün olayım.”
Kendimi, görücüye çıkan kızmışım gibi hissettiğim için kızımın, “İlk görücün olayım,” demesine güleceğim tuttu. İyi de güldüm.
İki günlük bir uğraşıdan sonra ortaokuldan ayrılma öykümü yazdım. Bendeki heyecan tırmanışta. Neredeyse dağın zirvesine çıkacak. Kızım; kurgumun fena olmadığını söyledi ama yazım kuralları ve anlatımdaki eksikliğimi çekinmeden yüzüme vurdu. Çobanlık saatlerim dışında gece gündüz demeden bir güzel öğretmen kesildi başıma…
“Bir metnin okunabilir bir metin olabilmesi için Türkçenin doğru kullanılması ve yazım kurallarına göre yazılması gerekir. ”
…
“Öykü yazmanın bazı özellikleri vardır. Öncelikle iyi kurgulanması gerekir. Yani; yazıya aktarılacak olayın, anlam ve uyum bütünlüğünün sağlanması için tasarım şarttır. Öykünün yazım şekli belirlenmeli. Olay örgüsü iyi işlenmeli. Öyküye zenginlik katması istenen kısa öykülemelerin ana temadan kopuk olmamalı.”
…
“Olayın anlatılmasında hangi tekil şahısın kullanılacağı iyi tespit edilmeli. ‘Ben’ anlatımlı öykülerde göz sadece I. tekil kişide bulunmalı. ‘O’ ile yani üçüncü tekil kişilerce yapılan anlatımlarda ise göz, olaydaki her karakterde olmalı.”
…
“Zaman kavramlarında çelişkiye düşülmemeli. Aksi takdirde olay, farklı zamanlarda aynı anda yaşanmış gibi olur.”
…
“Noktalama işaretleri bir cümlenin notalarıdır. Yerinde ve doğru kullanılmalı.”
…
“Fazla konuşmak insanı hataya zorladığı gibi, uzun cümleler de anlam zorluğu yaratır. Yüklemle biten birkaç cümle sonrasında kısa bir devrik cümle, okuma ahengi sağlar. Kısa cümle kolay anlaşılır. Fazlası ise, arabanın dur kalk, dur kalk gitmesine benzer. ”
…
“Ağdalı süslemeler okuyana bıkkınlık verir. Az ve öz olanıyla yetinilmeli. Daha çok, öykü karakterlerini konuşturmaya ve hareketliliğe ağırlık verilmeli.”
…
“Bir cümle içerisinde aynı ve uygun düşmeyen sözcüklerin kullanılması göz tırmalar. O nedenle sözcük seçiminde özen gösterilmeli. Bunun en kolay yolu da sözlükten yararlanmaktır.”
…
“Öyküyü yazan; kendi duygu, öfke, öğüt gibi istemlerini öyküye dâhil etmemeli. Öyküsündeki karakterine yaptırmalı.”
…
“Anlatım bozuklukları o yazının yüzkarasıdır. O nedenle sözcüklerin gereksiz yere kullanılması, karıştırılması, yanlış anlam verilmesi, yapısının değiştirilmesi ve mantık hatasına düşülmemesi gerekir.”
…
“Yazılan bir öykü, zaman aralıklı olarak dört-beş kez elden geçirilmeli. Her ele alınışında mutlaka atılacak ya da ilave edilecek bölümler olabilir. Bir süre dinlendirilen öykü bir de sesli okunmalı. Öykünün, yazanın içine sinip sinmediği okumada belli olur.”
…
“Öykü yazan; öyküsünün beğenileceği beklentisiyle değil, bir sanat eseri meydana getirmek için kalem oynatmalı.”
“Bütün bunları bildiğine göre öykü yazıyor musun?” diye sordum kızıma.
“Öğrencilerime öğretiyorum,” diyen kızımın yanıtı hoşuma gitti. Sonuçta ben de onun öğrencisiydim.
Kızım; yukarıda paragraflar halinde söyleyip, aralarında açıklama yaptığı öykü yazma esaslarından sonra da ders vermeye devam etti. Betimleme, fiil, bağlaç, pekiştirme sıfatı gibi konuları kafama dank ettirircesine öğretmeye çalıştı. Gözüme dürtercesine uygulamalar gösterdi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi internetten aldığı notları çobanlık yaparken okumamı söyleyip dönüşte sözlü sınavlara tabi tuttu.
“Göndereceğin birer teneke, inek ve koyun peynirlerini hak edeyim,” diyerek matrağını da geçti bir ders sırasında.
Anlatım bozuklukları sınavı arasında kızım; “Kocamın dediğine göre bu sene on milyon fidan ekilecekmiş. Bu civarda da fidan ekim çalışmaları var mı?” diye sorunca,
“Var,” dedim. Bir güldü, bir güldü ki… Gücüme de gitmedi değil. “Bir köylü olarak, fidanın ekilip ekilmeyeceğini bilmen gerekirdi Lazım baba…” deyince kaynar sular aktı tepemden. Pek mahcup oldum. Fidan; elbette ekilmez. Dikilir. Kızım, meğer benim algı derecemi sınamak istemiş. Doğal olduğunu söyledi. Belirli yaştan sonra insanlar zor öğrenir çabuk unuturlarmış. Kızımın beni yine adamakıllı bunalttığı bir zamanda;
“İyi ki senin öğrencin değilim,” diye yakındım.
“Şanslı bir öğrenci olurdun,” dedi.
Kocası da gelip, aldıkları yayla havasına denizin yosun kokusunu da dâhil etmek için gittiklerinde daha çok hak verdim kızıma. Yirmi gün sonra gönderdiği öykü yazma konularını içeren kitabı da okuduktan sonra temelimin baya sağlamlaştığı inancına eriştim. Bilgi dağarcığım genişledikçe, kendimi daha da olgunlaşmış hissediyordum.
“Öğrenmenin yaşı olmazmış ama keşke bunları daha genç yaşlarda öğrenmiş olsaydım,” diye hayıflandım birkaç kez…
Kurban bayramına ailecek geldiklerinde, yazın yazmış olduğum ortaokul öykümü yeniden yazmamı istedi kızım. Müthiş bir heyecana kapıldım yine. İnsanın evladından not alması çok farklı bir duygu. Onunla gurur duyuyorsun ama “Onca uğraşmasının karşılığını ya veremediysem?” diye de kendinde eksiklik hissediyorsun… Baba evlat dayanışmasının tatlı huzurunu duyarken, ince ince burkulmalar oluyor içinde…
“Dersine iyi çalıştığın belli oluyor. Uygun sözcük kullanmada biraz daha özen gösterirsen çobanlıktaki başarını yazında da gösterebilirsin…”
Öğretmenimin en son eleştirisi bu oldu…
Aldığım onca öğütten sonra işte böyle öykü öğütmeye başladım…
Mülazım. Namı diğer Çoban Lazım.
Veysel Başer