0

Güneş yavaş yavaş yüzünü gösteriyordu. Sabahın en güzel saatleri, günün en temiz havası ve ıpıssız bir zaman dilimi; tadına doyum olmayan bu güzellik insanın ta içine işliyor. Sabah vaktinin her dakikası insanın gönlünü ısıtıyor. İşçiler, güne merhaba diyerek kalkmak için biraz zorlansa da iş telaşesi, geçim derdi, hayat meşgalesi ve yaşam kavgası onları motive etmeye yetiyor.

Sabah çok erken bir vakitte kalkan Hüseyin Usta, çay demliğini küçük tüpün üzerine koymuş, suyun kaynamasını bekliyor. Çay suyu fokurdayıp kaynayınca, kendi usulünce çayı demliyor. Bunu yaparken, hüzünle karışık bir özlem havası kendini hissettiriyor. Uzun bir zamandır çocuklarını görememenin üzüntüsünü yaşıyor. Her ne kadar kendi memleketinde çalışıyor olsa da ailesi başka bir şehirde; Kayseri’de.

Aç karnına sarma bir sigara yakıyor. Derin derin bir nefes çekiyor içine. Duman, bütün damarlarını dolaşıp bütün bir efkârıyla havaya karışıyor. Hava bir anda sisleniyor adeta. Ardı ardına sigaradan nefes çekip dumanını salıveriyor. Yüreği lime lime. İçinden bir türkü kopup geliyor dilinin ucuna. Hafiften bir sesle mırıldanıyor;

Adana’nın sarı sıcağı
Garibanın boştur tabağı
Yıldırdı gardaşım yıldırdı
Çekilmez şu gurbet ocağı

Bu hasretlik perişan eyler
Ayrılık türküsünü söyler
Benim naçar çaresiz başım
Neye el atsam ağyar peyler

Çalıştıkları inşaatın hemen yanındaki bir barakada dört arkadaşıyla beraber kalıyor. Diğer barakalarda da işçiler var. Kalıpçı, demirci, betoncu, duvarcı, sıvacı, tesisatçı vesaire birçok meslek erbabı aynı mekânı paylaşıyor. Her barakanın kendine has bir düzeni var, ayrı ayrı. Hepsinin en belirgin özelliği dibine kadar yalnızlık hissi. İşçinin, amelenin, hamalın, ırgatın ve emekçinin değişmeyen kaderi; gurbet ve hasretlik.

Tahta bir masanın etrafında ahşap iskemleler ve tabureler sıralanmış. Masanın üstünü naylon, çiçek desenli bir muşamba süslüyor. Zeytin, peynir, yumurta; domates, hıyar, biber, en taze halleriyle arzıendam eylemiş. Demli bir çayla birlikte sımsıcak somun ekmekler, elle gelişigüzel bölünmüş bir halde masadaki yerini almış.

İşçiler için belki de günün en güzel anı bu masa çevresinde hep birlikte yapılan güzel bir kahvaltı ve yenilen leziz yemekler. İddiasız ve gösterişsiz olduğu kadar, lezzeti de tartışmasız bereketli sofralar. Bu sofralar ki karın doyurduğu gibi, kendini yalnız hissedenlerin de yalnızlığını bütünüyle doyuran bir mekân. Efkârlı bir havası da olsa koyu bir sohbetin demlendiği, saz eşliğinde Anadolu türkülerinin söylendiği, dost yüreklerin ve yarenlerin birleştiği bir muhabbet meydanı.

İşbaşı saati gelir gelmez herkes yapacağı vazifenin faaliyet sahasına intikal ediyor ve çalışmaya başlıyor. Sakin başlayan sabah vakti ilerleyen zaman diliminde bir curcuna halini alıyor; her taraftan ayrı bir ses geliyor. Bu sesler içinde herkes kendi görevini yapmaya devam ediyor. Ayrı ayrı mekânlardan şarkı ve türkü sesleri yükseliyor; kimi neşeli, kimi efkârlı. Her gün alışılmış ve kural halini almış bir seremoni gibi.

İki gün sonra ramazan bayramı. Dolayısıyla bu gün, son çalışma ve işleri toparlama zamanı. Biraz hareketli geçiyor mesai. Bir heyecan ve bir telaşe hâli herkeste mevcut. Gerçi bayram sonrası yine ve yeniden aynı işler devam edecek ama böyle zaman dilimleri her yerde aynı. Akşam vakti iş bırakma saatinde işçilere para ödenecek ve herkes memleketine, bayrama gidecek.

Akşam olduğunda iş sahibi taşeron, morali bozuk bir şekilde işçilerin yanına geliyor. Müteahhidin yanından geldiğini, yeteri miktarda para alamadığını üzgün bir şekilde ifade ediyor. İşçilerin hesabına düşen para, taşeronun yanında getirdiğiyle kıyas edilince çok düşük bir miktar olduğu anlaşılıyor.

İşçinin payına aş değil de hep ateş düşüyor. Bizim ülkemizde işçinin emeği ne zaman kıymetli olmuş ki. Her zaman ölesiye çalıştırılan ama iş ücret vermeye gelince çalıştığının karşılığını bir türlü alamayan amele sınıfı değil mi? “İşçinin ücretini alın teri kurumadan önce ödeyiniz.” buyuran Hz. Peygamber, alın terinin ne kadar değerli olduğunu söylemiyor mu?

Oysa bu ve benzeri haklar, benim ülkemde ne kadar az önemseniyor. İnanan bir memleket olduğumuz her daim söylenir lakin bu manzara hiç değişmiyor. Geleceğe dönük bu durum, insanlar açısından hiç iç açıcı değildir. Her bayram öncesi ve her ücret ödemesinin yapılacağı bu zaman dilimleri, sıradanlaşan ve artık olağan bir durumu resmeden acı tablo, ne yazık ki her zaman yaşanmaya da devam etmektedir.

Hüseyin Usta, taşerona; “Ula gardaş, bizim payımıza hep mi zulüm düşer? Bizim de çoluğumuz çocuğumuz yok mu? Zenginin güneşi her gün ışıldar da bizim güneşimiz üstümüze hiç mi doğmaz? Nedir bizim bu çilemiz? Nedir bizim bu kahrımız? Elin tekeri hep düze çıkar da bizim tekerimiz yokuşu bile aşamaz? Bizim eşimizin, anamızın, babamızın ve yavrularımızın günahsız yüzleri de tebessüme layık değil midir? Hakkımız şimdi burada ve bu zamanda ödenmezse daha hangi vakitte verilecek? Her bayram arifesinde niye bu hüznü bize yaşatıyorsunuz? Bayramı zehir ettiniz bize, yazıklar olsun size de işinize de!” diyerek odayı terk etti. Herkesin söyleyeceğini özetlemişti zaten. Taşeron, getirdiği az miktardaki parayı işçiler arasında eşit bir şekilde bölüştürerek mahcubiyetini tekrar yineledi.

Herkes bavulunu, valizini, çantasını, artık neyi varsa hepsini toplayarak gitmeye hazır bir duruma geldi. Şantiyenin kenarında bekleyen küçük bir minibüs işçileri alarak terminale götürdü. Tabii ki herkesin içindeki bayram ve eve kavuşma sevinci ani bir kedere dönüşmüştü.

Dört beş saatlik yolculuktan sonra evine ulaşan Hüseyin Usta, çoluk çocuğuyla hasretini giderdi. Deryasına, Zeynebine ve Nazlısına kavuşmuştu. Parası azdı ama evindeki huzuru çoktu. Ailesi oldukça zengindi; sevgi, saygı, bağlılık en fazla seviyedeydi. Çocuklarına belki çok şey alamamıştı ama yüreğini bütünüyle onlara vermiş, hayatını onların mutlu olmasına adamıştı. Yüreği temiz, anlayışlı, dürüst bir insandı. İnsanlarla güzel iletişim kurmak, en öncelediği hususların başında gelirdi. Dili çok tatlıydı, herkesle çok iyi anlaşırdı. Kimsenin gönlünün kırmak aklının ucundan dahi geçmezdi. Elinde az kalan şeyleri bile çoğu zaman başka insanlarla paylaşmasını bilirdi. Hakkı yenilse de çalışmaktan ve hakkını aramaktan asla vazgeçmezdi.

Eve geldiğinin ertesi günü, bayram arifesinde telefonu çaldı. Arayan, beraber çalıştıkları ustalardan biriydi. Epey dertlenmiş ki dakikalarca birbiriyle hasbihal ettiler. Hüseyin Usta, bir manifesto mahiyetindeki sözlerine devamla;

“Gardaşım, dünyada zalim de zulüm de çoktur. Kul hakkı sadece bir isim olarak vardır zorbaların dilinde. Hayat kavgası denilerek, bu güzel dünya bir savaş alanına çevrilmiştir adeta. Hep ezilen, hakkı yenilen, ötekileştirilen, emeği sömürülen, haksızlığa uğrayan hep garip işçi taifesi olmuştur. Hakkını ve hukukunu arayan birçok insan da maalesef bu yolda yaşamını yitirmiştir. Hakkını arayıp da hiç dirsek yemeyen insan, bir emekçi var mıdır acaba? Bir ülke, işçisinin helal alın terine ve kutsal emeğine gözünü dikmişse ve onu insafsız bir şekilde sömürüyorsa, o memleket iflah olur mu Allah aşkına? Olmaz tabii ki.”

Biraz soluk olarak konuşmasını tekrar sürdürdü.

“Bir işçinin emeğini sömüren her zorba bilmelidir ki sömürdüğü o kutsi emek, sadece o emekçinin şahsında değil, bedeni çalışmalarında ve alamadığı cüz’i ücretlerinde işçinin ailesinin de bir payı olduğunu unutmamalıdır. İşçinin emeğini çalanlar, gece yastığa başını koyup rahat bir şekilde uyuyabiliyorsa onların vicdanı ölmüş demektir. Haram yemeyi kendilerine meslek edinen harami güruh, kolay bir şekilde son nefesini veremeyecektir gardaşım. Çünkü kirli ellerinde, mazlumun dinmeyen gözyaşı ve verilmeyen mukaddes hakkı bulunmaktadır.”

Son sözü olarak da; “Gariban işçinin o helal alın terinin bir damlası var ya o bir damlası, bütün zalimleri hem burada hem de öteki tarafta tamamen boğacaktır. Rahat ol ve sabırla bekle gardaşım. Bu zalim devrin özeti şu ki filleri sulayanlar, serçelerin suyunu kesiyor. Rabbim, doğrunun her vakit yanındadır. Selametle kal.” deyip telefonunu kapattı.

Gönlü biraz rahatlamış ve sakinleşmişti. Eşine ve küçük yavrularına sımsıkı sarıldı ama diğerkâm kalbi de bir o kadar kırık bir şekilde bayramını geçirdi ailesiyle. Diline yine ayrı bir türkü misafir oldu.

Gelen geldi giden gelmedi
İnsanoğlu kendin bilmedi
Geçti yıllar değişti devran
Şu mazlumun yüzü gülmedi

Beylerin konağı şatafat
Fakirin başındaki afat
Yiyin hakkımızı zalımlar
Bize ceza size mükâfat

Faik Kumru

Leave a Comment

İlgili İçerikler