İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Babası öğretmen olan Ayşe’nin mutlu bir günüydü. Arkadaşları ile beraber kütüphanede derslerine çalışmışlar, birazcık gezmişler ve sonrasında da herkes evine dönmüştü. Kızların birlikte yaptığı bu faaliyet, hem bir eğlence hem de kendilerini yenileme adına güzel bir aktiviteydi.
Ertesi sabah olacaklar ise kimsenin aklının köşesinden dahi geçmezdi. Ayşe’nin öğretmen olan babası hakkında aslı astarı olmayan nahoş söylentiler çıkmıştı. “Devlet düşmanı” gibi içeriği ve kapsamı belli olmayan garip bir sınıflandırma neticesinde fişlenmişti. İsmi bilinmeyen birileri tarafından iftiraya uğramıştı. Bunun sonucunda da idari işlem başlatılmış, açığa alınmış ve nihayetinde aynı hafta içinde de mesleğinden ihraç edilmişti. Yani yıllardır severek ifa ettiği ve âşık olduğu kutsal mesleği elinden alınmış, tamamen işsiz bırakılmıştı.
Hadise, adliyeye intikal etmiş, savcı, önüne konulan bu iddialara inanmadığı halde, bu gibi olaylara yönelik siyasi baskı gördüğü için kısa bir iddianame hazırlamak zorunda bırakılmıştı. Davanın intikal ettiği ağır ceza mahkemesinin reisi hâkim Rıfat Bey ise dava dosyasını incelemiş, değerlendirmiş, olayın içeriğini az çok tahmin ettiği halde, diğer iki üye ile birlikte acımasız bir şekilde en üst seviyeden bir ceza vermişti Fikret Hoca’ya. Mahkeme reisi, kendi kızı Fatma’nın da yakın arkadaşı olan Ayşe’nin babası Fikret Hoca’yı tanıyordu üstelik. Ancak bu misal olaylara gösterilen devlet refleksi yönünde tartışmalı bir yargıda bulunulmuş ve olmaması gereken bir hüküm verilmişti.
Hâkimin de bir kızı vardı, Fatma, dünya tatlısı. Şeker şerbet kıvamında çok tatlı bir dili vardı, herkes severdi Fatma’yı. Bir gün at çiftliğine gitmişlerdi babasıyla. Fatma, ata binmeyi çok seviyordu. Fatma ile Ayşe aynı sınıfta ve yan yana sıralarda oturuyorlardı. Birbiriyle çok iyi arkadaşlardı aynı zamanda.
Fatma babasıyla birlikte ayda bir at binmeye giderlerdi çiftliğe. Fatma’nın babası ağır ceza hâkimiydi. Çok sert bir mizaca sahip, enteresan biriydi. Bazı günler aniden kişiliği değişir, dost canlısı biri olur, önüne gelene selam verirdi; bazen de yanına kimse yaklaşamaz, herkesi haşlar geçerdi, öylesine metcezir misali değişik bir karakteri vardı.
Devletçi bir tavrının olması, verdiği kararlara da yansıyordu. Oysa her vatandaşın devlet karşısındaki güçsüzlüğünün ve çaresizliğinin en yakın şahidi de bizzat kendisiydi. Öğrencilik yıllarında bu gibi hadiselerin, hayatına yansımalarını en yalın haliyle kendisi de yaşamıştı. Ancak zaman içinde, arkadaşlarından birçoğu gibi o da evrilmiş ve statüko çizgisinde yörüngesini değiştirmişti. Hâlbuki insan hakları çerçevesinde, herkesin sahip olduğu devredilemez hakları koruyacak olan yargıç cübbesini giymiş ve adalet terazisini elinde tutan adil kişilerin olduğu da aşikârdı.
Hafta sonları alışkanlıkları gereği yine aynı yere, at çiftliğine gitmişlerdi. At çiftliğinin sahibi, onları uzun zamandır tanır ve severdi. Ne kadar da büyük bir yerdi; her taraftı binalarla dolu birçok at harası vardı. Sanki domino taşlarını yan yana dizmişler de, bir hareket ile hepsi peşi peşine devrilecekmiş gibi dururdu bütün binalar.
Fatma en çok uzun yeleli atlara binmeyi severdi. Ata bindiğinde, sanki gökyüzünde süzülüyormuşçasına hissederdi kendini. Hakikaten de atlar onun bu duygusunu bilirmişçesine, Fatma’yı hiç sarsmadan üzerinde taşırdı, rahvan bir şekilde. Bütün dünyası değişir, rüyada gibi hissederdi kendini. O sırada hiç beklenmeyen bir şey oldu. Sakin bir şekilde giden at, birdenbire huysuzlandı ve dörtnala koşmaya başladı. Atın üstündeki Fatma ise neye uğradığı şaşırmasıyla birlikte kendini bir anda yerde buldu. Bütün çabasına rağmen düştüğü yerden bir türlü kalkamıyordu. Babası ise ne yapacağını şaşırmış, anlamsız bakışlarla etrafını süzüyordu. Fatma, onun tek çocuğuydu. Onun için yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Bütün dünyası Fatma’ydı. Uzun bir süre böyle şaşırmış bir durumda bekledi.
Bu durumu fark eden birisi gelip, Fatma’nın babasını ikaz etmeseydi, bu şok hali devam edecekti. Bu uyarı neticesinde kendine gelen Rıfat Bey, hemen 112 acili arayarak ambulansın gelmesini sağladı. Dakikalar içinde gelen ambulans ile Fatma’yı hastaneye götürdüler. Yapılan tetkiklerin ve röntgen filminin incelenmesi sonucunda önemli bir sağlık probleminin olmadığı belli oldu ancak, bir iki gün müşahede altında tutulmasının iyi olacağı doktor tarafından ifade edildi.
İki gün sonra hastaneden taburcu olan Fatma’yı ilk ziyaret eden, en yakın arkadaşı Ayşe olmuştu. Ayşe’nin durgun hâli Fatma’nın dikkatinden kaçmamıştı. Hal hatır faslından sonra, okuldan haberler falan derken, Ayşe, “Çok durgun görünüyorsun, bu halin nedir canım arkadaşım?” dedi. Ayşe de olan biteni bütün detayları ile bir bir anlattı, sözü biter bitmez de elinde olmadan ağlamaya başladı. Fatma, bu üzücü haberle adeta şok olmuştu. Ne diyeceğini, ne söyleyeceğini bilemedi. Babasının, hem de en yakın arkadaşının babasını ki Fikret Hoca’yı en iyi tanıyanlardan biri olduğunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden, babasının vermiş olduğu bu karara son derece üzülmüştü.
Her ikisi de bir süre sessizce bekledikten sonra, Fatma, “Her şeyde bir hayır vardır sevgili arkadaşım. Belki de bu üzücü durum, bütün gerçekleriyle ortaya çıkacak. Sonunda bekleyip göreceğiz.” diyerek konuşmasını bitirdi.
Fikret Hoca, avukatı vasıtasıyla, orantısız bir şekilde verilen bu yanlış karara itiraz etmiş ve vakit geçirmeden temyiz mahkemesine başvurmuştu. İçi çok mu çok rahattı. Hayatı boyunca, her zaman öğrencilerinin fikri yönden gelişmesini desteklemiş ve bu istikamette de büyük çabalar harcamıştı. Öğrencileri ve öğrencilerinin velileri, Fikret Hoca’nın bu gayretlerini bilir, takdir eder ve her gördükleri yerde teşekkürlerini kendisine iletirlerdi. Bu müspet/olumlu geri dönüşlerden çok memnun olurdu.
Şimdi ise beklemekten başka hiçbir çaresi yoktu. Eşi ve kızı da biliyorlardı ki hakikat kendini belli edecek ve gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktı. Onların da içi gayet rahattı. Zira zaman her şeyin ilacı değil miydi? Fikret Hoca da elinden gelen, yapılması gereken ne varsa bütün adli işlemleri sırasıyla yerine getirmişti. Bunları yaptıktan sonra, sırada olan şey ise geçimlerini sağlayacak bir iş bulmaktı. Ne iş yapabilecekti veya nasıl bir iş yapabilecekti. O, bütün ömrünü öğrenci yetiştirmeye adamış hakiki bir muallim, gönlü insan sevgisiyle dopdolu gerçek bir öğretmendi.
Mahalledeki komşuların aileye bakışları ani bir şekilde değişmeye başlamıştı. Görünen sadece iftira, mahkeme, iş ve aş meselesi değildi. Yavaş yavaş toplumdan dışlanma emareleri de kendini göstermeye başlıyordu. Bir zamanlar, yerlere kadar eğilerek verilen selamların yerini, başını ters tarafa çevirmeler almıştı. Bu durum da giderek hoş olmayan bir aşamaya gelmeye başlamıştı.
Fikret Hoca, mevcut durumu eşi ve kızıyla etraflıca konuşmaya ve devamında da nasıl hareket edeceklerini uzun uzun o akşam değerlendirmeye aldılar. Vardıkları karar; yaşadıkları şehri vakit geçirmeden hemen değiştirmekti. Başkaca da bir seçenekleri kalmamıştı zaten, çünkü yaşadıkları bu şehir küçük bir yerdi. Neredeyse herkes birbirini az çok tanıyordu. Böyle bir olay da olunca, artık daha bir göz önündeydiler.
Aldıkları karar doğrultusunda, başka bir şehirden küçük bir ev tuttular, kiraladıkları ufak bir kamyona eşyalarını yükleyerek ve kimseye de haber dahi vermeden, yıllarca huzur içinde yaşadıkları kendi memleketlerini terk ettiler. Gitmeden önce, sınıf arkadaşlarının haberi olmadan Ayşe’nin okulundan ilişiğini kestiler. En azından gidecekleri şehirde kimse kendilerini tanımıyor olacaktı. Bu rahatlık bile kendilerini sakinleştirmeye yetiyordu.
Aradan birkaç ay geçmişti. Fikret Hoca, yeni taşındıkları şehirde inşaatları dolaşıyor ve yapabileceği bir iş arıyordu. İnşaatın birinde, sıva işlerini yapan ustanın birine durumunu anlattı ve yapabileceği bir iş verirlerse çok mutlu olacağını söyledi. Sıvacı ustası merhametli biri çıktı ve Fikret Hoca’ya bir iş verdi. İnşaatta sıvacının yanında çalışmaya başlamıştı. Çimento torbalarını taşıyor, sıva harcı hazırlıyor ve diğer işleri de gücünün yettiği nispette yerine getiriyordu. Yevmiye olarak çok iyi bir para alamasa da aldığı ücret ihtiyaçlarını az çok karşılıyordu. Lakin bazı zamanlar gücünün tükendiğini hissediyordu. Ne var ki piyasada kendi durumunda olan insanlara iyi gözle bakılmıyordu.
Ayşe yeni okuluna başlamış, yeni yeni uyum sağlamaya çalışıyordu. Ayşe, aklı başında, herkesle iyi geçinen ve her arkadaş ortamına adapte olabilen zeki bir kızdı. Önünde uzun bir hayat vardı ve bu hayata en güzel şekilde hazırlanmak gerektiğini çok iyi biliyordu. Onun için derslerine çok iyi çalışıyor ve üniversite sınavları sonunda en iyi yeri kazanacağının hesabını yapıyordu. Önündeki en büyük hedefi ve en güzel tercihi ise bir hukuk fakültesiydi.
Fikret Hoca’nın eşi de temizlik işleri yaparak ev bütçesine katkıda bulunuyordu. Herkes üzerine düşen görevleri sonuna kadar yapmaya gayret sarf ediyordu. Talihsizliklerin peşlerini bırakmaya niyetleri yoktu anlaşılan. Normal günlerden birine daha başlamışlardı ki gelen bir telefonla dünya başlarına yıkılmıştı. İnşaatta çalışan Fikret Hoca’nın başına çimento torbası düşmüş ve olay yerinde son nefesini vermişti.
Bu acı olayla yaşamları altüst olmuştu. Ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemediler. Yapabilecekleri bir şeyleri yoktu. O acı ve hüzün içerisinde, son vazifelerini yaparak cenazeyi defnettiler. Hoca’nın çalıştığı inşaatın sahibi, Ayşe ve annesine, kendilerine uzun bir müddet yetecek miktarda bir para verdi. Aynı zamanda da bu durumdan duyduğu üzüntüsünü ileterek başsağlığı diledi. Uzun bir süre bu hüzün hali devam etti. Aylar ayları kovaladı. Ayşe üniversite sınavına girmiş ve hedeflediği hukuk fakültesini kazanmıştı.
Okullar açılmadan önce, annesiyle beraber hukuk fakültesini kazandığı şehre taşındılar, bu yeni hayatlarına da alışmakta güçlük çekeceklerini ama başka bir seçeneklerinin de olmadığını biliyorlardı. Annesi, yeni bir temizlik şirketinde iş buldu ve aynı hafta içinde çalışmaya başladı. Ayşe ise hedeflediği yeni mesleği adına, derslerine olduğundan daha fazla önem vereceğini ve zamanın büyük bir bölümünü hayaline ayıracağının farkındaydı. Başarılı bir öğrencilik hayatı olmuştu, hâlâ aynı şevk ve aynı heyecanla yaşantısına devam ediyordu.
Okula başladığının ikinci günü öğle saatlerinde aşağıya, kantinin bulunduğu bodrum katına inmişti. Bir de ne görsün, gözlerine inanamadı, uzakta bir masada lise arkadaşı Fatma oturuyordu. Hiç vakit geçirmeden hemen yanına gitti. Fatma da aynı anda Ayşe’yi görünce, sevincinden çıldırdı adeta. Koşarak gitti ve arkadaşına sımsıkı bir biçimde sarıldı, sanki hiç bırakmayacakmış gibi.
Kucaklaştılar, birbirini öpücüklere boğdular, sarıldılar ayrıldılar, tekrar sarıldılar ve ayrıldılar. Sonra her ikisi de sakinleşince, masaya oturup koyu bir sohbete başladılar. İki candan arkadaş, ayrıldıkları günden kavuştukları bu güne kadar neler yaşadı iseler hepsini teker teker saatlerce birbirine anlattılar. Çok dertleştiler, birbirlerine çok sarıldılar, çok ağladılar, çok çok çok…
En çok da Ayşe, Fatma’nın babasının, kendi babasının davasından sonra sağlık durumunun bozulduğunu, kanser hastalığına yakalandığını ve sonrasında da öldüğü haberine çok üzüldü. Kendi babasının durumunu da sohbetin başında anlatmıştı arkadaşına. Yine eskisi gibi kol kola okuldan çıkarak ve annelerini de yanlarına alarak hep birlikte öğle yemeği için güzel bir lokantaya gittiler. Doya doya hem sohbet ettiler hem de güzel bir yemek yediler.
Yemek masasında ve annelerinin yanında, okulu bitirdikleri zaman, beraberce avukatlık bürosu açacaklarını, haksızlığa uğramış suçsuz ve günahsız insanlara ellerinden geldiğince yardım edeceklerine dair birbirlerine yemin verdiler. Her ikisinin gözleri ışıl ışıldı. Ve gelecek güzel günlerde, mutlu ve huzurlu yaşamak için ümit yenilediler.
Faik Kumru