0

Atalarımızın zamanında, ‘Vakit nakittir.’’ diye söylediği bu atasözü, hâlen büyüklerimiz tarafından nasihat edilirken kullanılıyor. Kulağımıza küpe olsun, yaptıklarımızdan ders çıkaralım maksadı ile söylenen bu söz, yıllar geçse de eskimeyecek sanırım.

Peki, zamanı bir kalıba koyarak, tarif edebilmemiz mümkün mü? Bence değil. Çünkü, zaman her yerde, herkeste farklı işliyor. Bazen o lahzaya bir insanın göz bebeğinde rastlarız, bazen de sözcüklerin gizeminde keşfederiz. Belki de zamanın serüveni de burada başlıyordur, kim bilir? Saniyeyi, dakikayı, saatleri saydığımız çok an olmuştur hayatımızda. Büyük bir heyecan ile beklediğimiz, kalbimizin maraton koşmuşçasına gümbür gümbür attığı anlar mesela. Bu sınav sonucumuz da olabilir, sevdiğimiz insan ile hayatımızı birleştirirken, ‘evet’ diye coşkuyla bağırıp, artık tek değil, iki kişi olmamız da. Öyle zamanlarda gün, normaline tezat olarak hızlıca geçmiş gibi gelir; adrenalinden karnımız kasılır, nabzımız kontrolden çıkar sanki. İnsan düşüncelerine nasıl söz geçiremiyorsa, bedenine de geçiremiyor işte. Duygularımız kendini ele vermese bile, vücut dili bunun tam tersi bir şekilde işliyor. Mutlu olunan, gülünen ve eğlenilen vakitlerin aksi olduğunda da zamanın hiç geçmediğini fark ederiz. Ağır aksak geçen gün yetmiyormuş gibi bir de buna susturamadığımız düşüncelerimiz ve o anki ruh hâlimiz de eklenince işin içinden çıkamaz hâle geliriz. Normal rutinimizde yaptığımız şeyleri yapmak istemeyiz, dünyadan soyutlanırız ve kimse ile iletişime geçmek istemeyiz. Depresyon battaniyesi, saçımıza yaptığımız bol bir topuz ve buna eşlik eden kahvemiz olur sadece. Elimizi ayağımızı her şeyden çekeriz o anlarda. Kahve, battaniye ve televizyon üçlüsü ile gün geçer gider âdeta. Duygularımızın bize söylediği çok şey var aslında. Televizyonda bir film veyahut da Netflix’te sevdiğimiz bir dizinin yeni çıkan sezonunu izlediğimizde normalde atıştırmalıklarımızı alır ve kuruluruz koltuğumuza. Sürekli elimizden düşürmediğimiz telefonumuzu da koyarız bir köşeye ve bakarız keyfimize. Lâkin yeni toparlamaya başlamışken üstümüze yine bir keyifsizlik çöktüğü zaman, bize iyi gelen şeyi bile yapmak istemeyiz.

Seratonin ve dopamin gibi mutluluk verici hormonlarımızda azalış söz konusu olduğu zaman, iyi olan ruh hâlimizin yerini sebebini bile bilmediğimiz bir hüzün alır. Tam olarak depresyon da demek istemiyorum, çünkü mutluluk nasıl anlık bir duygu ise, mutsuzluk da o denli bir duygu. Öyle ki insan nasıl bazı tepkilerini kontrol edemeden, aniden gösteriyorsa bu duygular da bir nevi öyle; refleks gibi yani. İkizler burcunun değişkenliğinden mi dersiniz buna, yoksa zamandan insana düşen pay mı, bilmem. Tek bildiğim şey, duyguların da mevsim misali değişken oluşu. Bir tarafımız yazı yaşarken, diğer tarafımız ayazda kalmış gibi buz tutuveriyor. Sonra da güz gibi dağılıyoruz bir anda, ama kalkmasını da biliyoruz ayağa. İnsan her zaman savrulamaz ya? İlkbaharın müjdecisi gibi, içimizdeki çiçekler açıyor bazen de. Fakat nasıl ki bir çiçeği toprağa ektiğimizde, ona gerekli özeni göstermediğimiz zaman bize küserse, içimizdeki çiçekler de tıpkı öyle. Çorak bir toprak gibi verimsiz de kalabilir; capcanlı ve hayatı dolu da yeşertmek de kurutmak da bizim elimizde. Sonunda dört mevsimi yaşadık; nadasa kaldık, toparlandık ve küllerimizden yeniden doğduk.

İnsan ne tam olarak iyi ne de tam olarak kötü. Hangi tarafını bastırıp, hangi tarafını açığa çıkarmak istediğine bağlı. Kefesinde hangi duyguları daha baskın ise onun esiri oluyor ve davranışları da ona göre şekilleniyor. Ama her insan için araf dememiz daha doğru olur bence. İyi veya kötü diye bir sınıflandırma yaparsak eğer, daha sonra yanılmamız da cabası olur çünkü. Yıllarımızı geçirdiğimiz, tanıdığımızı zannettiğimiz insanlar, gün gelince aslında hiç tanıyamamış olduğumuz ve bize yabancı gelen birine dönüşüyor bir anda. ‘’Ya da aslında hep öyleydi,’’ diye geçiriyoruz içimizden ve de son eklememizi yapıyoruz. ‘’Ama ben tanıyamamıştım.’’ Ne kadar acı, değil mi? Şöyle bir süzüyoruz o kişiyi, baştan ayağa tam bir hayâl kırıklığı ile doluyor yüreğimiz, tüm benliğimiz… Tavırları farklı, duruşu farklı ama en önemlisiyse gözünün içine baktığımız zaman güldüğümüz o insan gitmiş, yerine kırk kat el gelmiş sanki. Ne acı… Hoş, ayaküstü sohbet ederken tanıdığımız bir insanı da izlerken veya tartarken bile neyi ne kadar doğru söylediğini asla bilemeyiz. Ancak bize gösterdiği kadarını tahmin edebiliriz, onda bile yanılma payımız bir hayli fazla. Tanıdığımızı aslında hiç tanımadığımızı; bir yabancıyı ise gözlem yeteneğimizi zorlasak bile, çözemediğimizi sonradan fark ediyoruz. Pandora’nın Kutusu gibi de diyebiliriz, içindeki başka dışındaki bambaşka. Kutuda tehlikeli bir şey varmış gibi gözükse de orada umut gizleniyor aslında. Gerçekte olanla yansıyan her daim farklı oluyor, bize de buna inanmak ve inanmamak kalıyor. İnsan kalbine mi güvenmeli, yoksa mantığı ile mi hareket etmeli o anlarda? İşte orası tamamen muamma. ‘’Her tercih bir vazgeçiştir.’’ derler ya, bir anda insan o dönemeçte bulur kendini. Mantığını konuşturup, inanmamayı seçeceksen eğer, kalbini de susturmayı bileceksin o zaman. Kalp konuştuğu an, mantık devreden otomatikman çıkar zaten. Kalp ile aklın ezeli savaşı da böylece başlamış olur. O hâlde ne diyelim, hoş geldiniz dehr tutulmasına.

Velhasıl kelam, zaman da aslında bir paradokstan ibaret. Dönüp dolaşıp, insan kendini başladığı yerde buluyor. Yaprakların rüzgârdan dolayı kendi etrafında dönüşü, bir doğa olayı olan fırtınanın izlediği dairesel hareket… Hayat da bu döngü üzerine kurulu zaten, insan değiştiğini zannetse bile her zaman başlangıç noktasında buluyor kendini. Aklımız dengesini şaşırıp, tutulsa bile, doğa savrulmamıza izin vermeyip, bizi yine ve yeniden sıfır noktasına geri döndürüyor. Başlangıcı olan, lâkin sonu belli olmayan yollarda tökezlemek yerine, kendi yolumuzda ilerlemek dileği ile.

Sude Yenin

*dehr: zaman, süre.

Leave a Comment

İlgili İçerikler