0

İmam Şafii’ye izafe edilen şöyle bir söz vardır: “İlim bir avdır, yazmaksa onun bağıdır. Öyleyse avladığın bilgileri sağlam iplerle bağla!”

27 Ocak 2018 günü, İmam Şafii’nin bu sözünü defterime iştiyakla kaydettiğimi hatırlıyorum. O gün ayağımın tozuyla Hatay’dan Aksaray’a gelmiştim. Hatay Nergis Hanımlar Derneği’ni ziyaret etmiştim. Bu ziyaretimden hikmetli güzel şeyler öğrenmiştim. “Hikmet mü ‘minin yitiğidir, nerede bulursa alır.” hadisi şerifinden hareketle, Aksaraylı bir hısımımla Aksaray’ın gönlü güzel hanımlarıyla buluşmuştuk. Rahmetli hocalarımın, -Allah için mü’min kardeşlerimizle tanışmaya teşvik- babındaki konuşmaları yoluma ışık tutuyordu. Eşi benzeri bulunmayan biricik dinimiz İslam, uzakta yakında, nerede olursak olalım birbirimizle ilgi kurmaya bizi teşvik ediyordu. Çok sevinçliydim çünkü bir yerden aldığım güzel şeyleri bir yere nakletmenin heyecanını taşıyordum. Hatay’dan aldığım güzel notları, Aksaraylı hanımlarla paylaşacaktım. Not defterim ve kalemim de yanımdaydı. O yüzden olacak, selam ve tanışmadan sonra ilk bahsettiğim şey kıymetli bilgileri not almanın önemi hususunda oldu. Ben bu konuda konuşurken orada bulunan bir hanımefendi İmam Şafii’ye izafe edilen şu sözü söyledi: “İlim bir avdır, yazmaksa onun bağıdır. Öyleyse avladığın bilgileri sağlam iplerle bağla!”
Ben de bu sözü o anki notlarımın içine kaydedivermiştim.

Hatay’a niye gitmiştim?
2018 senesinde ilahiyat fakültesine ilaveten Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi’nde pedegojik formasyon eğitimi alıyordum. Bir sene boyunca her hafta Osmaniye’nin Kadirli ilçesinden kalkıp Hatay’a gidiyordum. Derslerim çoktu, vaktim kısıtlıydı fakat Hatay’a gelip de rahmetli hocalarımın ilim sohbetlerinden istifade etmiş Hataylı hanımları tanımamak büyük kayıp olacaktı. Müslüman her gittiği yerde bir meclis kurmalıdır. O beldenin şuurlu has halis Müslümanlarıyla tanışıp belleşmelidir. Bunun için fırsat yakalamaya çalışmalıdır. Rabbim iyi niyetli olanlara yardım eder. Ben de Allah yolunda dostluğu temenni ediyordum. Fakat buradan itibaren söyleyeceğim şeyler çok acı. Şimdi yeniden hikâyenin daha daha başına gitmem gerekiyor.

Rahmetullahi aleyh Profesör Dr. Mahmud Es’ad Coşan hocamız yeni vefat etmişti. O günlerde Kahramanmaraş’ta bir dernek, eğitim programı düzenlemişti. Gönüllülük esası üzerine yapılan bu programa ben de gitmiştim. İyi ki gitmişim. O gün orada rahmetli Nevin Bayraktar hanımefendiyle tanışmıştım.

Nevin Bayraktar, Hataylı bir öğretmendi. Kendisi de programa Hatay’dan katılmıştı. Onun, Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi ile ilgili bir hikâyesi vardı. Anlattığına göre o zamanlar kendisi, tasavvufa karşı biriymiş. Sanırım o zaman bu tarz düşünenlere ‘radikal İslamcı’ deniliyordu. Kendisi de radikal İslamcı gibi bir şeymiş. Tabi ben bu hikâyeyi aklımda kalanıyla anlatacağım. Bilmeden de olsa, hataen de olsa onların ruhunu incitmekten Allah’a sığınırım.

Nevin Bayraktar’ın çalıştığı okul İstanbul’a bir gezi programı düzenlemiş. Kendisi de bu geziye katılmış. “Ama ben tasavvufa falan karşıyım.” diyor. “Maksadım bu vesileyle İstanbul’u gezmek.” diyor.

İstanbul’a gidiyorlar. Program gereği mi yoksa başka bir sebeple mi bilmiyorum; bir camide Es’ad Hoca’nın vaazını dinliyorlar. Tabi o zaman sakallı hocalara falan hiç itibar edilmiyor. Resulullah Efendimiz hiç sakalsız bulunmamış. Bu kadar kuvvetli bir sünnet olduğu halde sakallı bir erkek o dönemde ucube olarak algılanıyor. O günleri bilenler bilir; sakallıya, tesettürlüye, zikir ehline karşı acayip bir linç vardır. Bunun tesiri herkes gibi Nevin hanıma da aksetmiş. Diyor ki; ” Biz camide, kadınlar bölümünde vaazı dinliyoruz. Hoca Efendi görünmüyor, ben de zaten kendisini tanımıyorum. Tabi Es’ad Coşan hocamızın sözleri bilimsel ve samimi. Yerli yerinde. Nevin hanım, sırtı dönük vaazı dinleyip duruyor ama etkileniyor. “Bu hoca nasıl bir hoca!” diye merakı artıyor. Camide sohbeti dinledikleri yer bir perdeyle kapalıymış. Hoca Efendi’yi görmek için perdeyi aralıyor. Konu da kadın erkek mahremiyeti konusuymuş. Hoca Efendi sırtı dönük bir vaziyette konuşuyor. Nevin Bayraktar tam perdeyi aralamış hocayı görmek için; şöyle diyor Mahmud Es’ad Coşan: “Kadınlar da erkeklere bakmamalı. Şöyle perdeyi kaldırıp, kimmiş bu diye bakmamalı.” diyor. Tabi bu cümleler Es’ad Coşan Hoca Efendi’nin sohbetlerinde halen duruyordur. Ben aklımda kalanıyla yazıyorum. Nevin hanım diyor ki; “Söz direk bana geldi. Beynimden vurulmuşa döndüm. Aman Allah’ım!” diyor. Sonra Hoca Efendi’yi görmek için koşarak caminin çıkış kapısında bekliyor. Soracağı soruları var, Hoca Efendi’yi görmek istiyor. Bekleyip duruyor çıkışta. Cami cemaati akın akın çıkıyor ama hoca ortada yok. Çıkış kapısının her köşesini gözleriyle didik didik arıyor kaybetmemek için ama nafile. Hoca Efendi ortada yok! Tam kaybettim diye umudunu kesmişken hocamızı görüyor. Hoca Efendi köşe başından şöyle bir dönüyor, bakıyor. Nevin hanımın adeta dili tutulmuş, çivi gibi çakılıp kalıyor ve hiçbir şey söyleyemeden Hoca Efendi kalabalığa karışıp kayboluyor. Bu olay bana Necip Fazıl Kısakürek’in Arvasi Hazretlerini ilk gördüğünde hissettiklerini hatırlatıyor. Necip Fazıl, mürşidini gördüğü o ilk anı muhteşem şu iki dizeyle anlatır.
“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki zaman, donacak kadar güzel”

Nevin hanım Hoca Efendi’yi bulmak için çok uğraşıyor çünkü cevaplanmasını istediği soruları var. Ama maalesef bulamıyor. Mahmud Es’ad Coşan hocamız yurtdışına çıkıyor, Türkiye’ye ancak cenazesi geliyor. Hikâyesini şöyle tamamlıyor bu hanımefendi: “Hocamızla görüşmek için çok uğraştım. Ama olmadı. Onu ancak kabrinde bulabildim!” Bütün bunları öyle bir vecd içinde anlatıyordu ki, bu hali anlamanız için Necip Fazıl’ın mürşidine yazdığı şu şiirini okumanızı öneririm:

“Allah dostunu gördüm, bundan altı ay evvel,
Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel.

Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız,
Rûhuma büyük temel çivisini çaktınız.

Otuz üç yıl saatim işlemiş ben durmuşum,
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum.

Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış,
Mârifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.

Zonklayan başım benim, kan hokkası cerahat,
Ona yastıkta değil, secde yerinde rahat.

Yandı kitap dağlarım, ne garip bir hâl oldu,
Sonunda bana kalan, yalnız ilmihâl oldu.

Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden,
Soruversem: “Haberin var mı öleceğinden?”

Büyük randevu. Bilsem nerede, saat kaçta?
Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta!

Dostlarım, ev eşyamdı, bir bir gitti diyorum.
Artık boş odalarda, ölümü bekliyorum.”

O gün ben Nevin Bayraktar’ın iyi bir dinleyicisiydim. Onunla kısacık tanıştım. Fakat uzun uzun konuşmayı istemiştim. Böylece bir gün onunla karşılaşmayı umut ettim durdum. İşte yıllar sonra 2018’de haftada bir gün Hatay’a gidiyordum. “Öyleyse geç de olsa onunla görüşme vakti geldi.” diye düşündüm. Hatay Nergis Hanımlar Derneği’yle bağlantı kurdum. Çünkü Nevin Bayraktar’ı bu dernek vesilesiyle bulabileceğimi düşünüyordum.

Hatay’da beni, dernek yönetiminden Hatice Nalbantoğlu Güler hanımefendi karşıladı. Evinde misafir oldum. Gülümseyen güzel bir yüzü vardı. O gün iki kişi olarak birbirimizle sohbet ettik. O bana kendisini anlattı. Ben de kendimi. Sonra ona Nevin Bayraktar’ı tanıyıp tanımadığını sordum. Hatay’a gelmişken onunla görüşmek istediğimi söyledim. Hatice Nalbantoğlu Güler, Nevin Bayraktar’ın iki yıl önce vefat ettiğini söyledi. Hem üzüldüm hem sevindim; “Demek ki tanıyorsunuz!” dedim. “Tanımaz olur muyum, o benim Nevin annemdi.” dedi. “Benim elimden tutup Allah yolunu gösteren, hizmeti, sevgiyi öğreten odur. Yanımda anne gibi değerlidir. Maalesef vefat etti. Ömrü bu kadarmış.” dedi. Gerçekten şaşırtıcı bir durumdu. Nevin Bayraktar’ı bulamamıştım ama ona manen çok yakın olan bir dostunu bulmuştum. Hatice hanımın ev sahipliği öyle muhteşemdi ki; dostluğu, ikramları ve sohbetleriyle gönlümü şad etmişti. Bu misafirliğin ve ev sahipliğinin güzelliği ise, “Allah yolunda arkadaşlar edinmek” düsturundan ileri geliyordu. Yoksa bu muhabbet parayla satın alınacak bir şey asla değildir.

Zira buyurulur ki: “Bir kimse bir dostunu ziyarete giderken, Allah Teâlâ onun yoluna bir melek gönderdi. Melek ona, ‘ey falan! Nereye gidiyorsun?’ dedi. O kimse, ‘falan kardeşimi ziyarete gidiyorum.’ dedi. Melek ona, ‘bir ihtiyacın var mı?’ dedi. ‘Hayır,’ dedi. Melek, ‘o sana bazı şeyler ihsan etmiş midir?’ dedi. ‘Hayır,’ dedi. Melek, ‘o halde neye gidiyorsun?’ dedi. ‘Allah için seviyorum.’ dedi. Melek, ‘sen onu Allah için sevdiğin için, Allah Teâlâ seni dostlarının zümresine ilhak ettiğini sana müjdelemek için beni gönderdi ve seni cennete koymayı kendine vacip kıldı’ ve yine buyurdu: ‘İmandan sonra en büyük yardımcı, Allah için sevmek ve onun için düşmanlık yapmaktır.”

Hatice hanıma misafir olduğum o gün birlikte evrad ı şerif okuduk. Yasin’i şerif okuduk. Ertesi gün beni Hataylı hanımlarla tanıştıracağını söyledi. Nasıl sevindim; Allah’a hamd ettim. Öyle de yaptık, ertesi gün belki sekiz, belki on hanımefendiyle tanıştık. Şu anda onlardan bir tanesine ulaşabildim. Hatice Nalbantoğlu Güler’in depremde vefat ettiğini ulaştığım bu hanımefendiden öğrendim. Bana onunla ilgili şunları söyledi: “Hatice hanım şehit olmayı çok istiyordu. Depremden önce tefsir sohbetleri yapıyorduk. Bir sohbette; “Allah yolunda ölenleri ölüler sanmayınız. Onlar bilmediğiniz bir hayatla diridirler.” ayetini okurken, “Allah’ım beni de şehit et!” diye dua etmişti.” dedi. “Her zaman böyle dua ederdi.” dedi. “Biz onun iyi olduğuna şahidiz, Allah iyilerden yazsın!” dedi. Hatice hanımın depremde nasıl vefat ettiğini kast ederek; “Nasıl oldu?” dedim.
“Babaları hastaydı. Kardeşleriyle ona nöbetleşe bakıyorlardı. O gün babalarına bakma sırası Hatice hanımda değildi. Fakat babası Hatice hanımı istemiş, ‘Sen gel kızım!’ diye. Hatice hanım da gitti. Eğer kendi evinde olsaydı, belki de yaşayacaktı. Çünkü kendi binaları çökmedi fakat babasının evi çöktü. Baba-kız, ikisi de şehit oldular.”

Mehmed Zahid Kotku hocamız, ziyaretleşmeler konusunda şunları söylemiş: “Bu ziyafet ve ziyaretler olmasa elimizde sevap kazanacak neyimiz var?” Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi ise bunun üstüne şunları eklemiş: “Biz de muhabbetin artmasına vesile olacak garantili sevap olan bu ziyafet ve ziyaretleri, ihvanın arkasındaki muhabbet bağlarını takdir sadedinde, Allah’ın mağfiretine ermek için, cehennemden azat olmak için yapalım.” Evet, hocalarımızın bizlere öğüt makamında söyledikleri bu düstur benim hayatıma çok şey kattı.

Hatice Nalbantoğlu Güler hanımefendi kendisine misafir olduğumda şunları anlatmıştı. “İhvanı, dergâha hizmete alıştırmamız lazım. Derneğin işlerini görsün diye ücretli eleman tuttuk. Herkes çay içtiği bardağı kaldırsa!.. Onu bile kaldırmıyoruz. Nasıl olsa bu işleri yapan var diye!..”
“Kimden dinlediğimi hatırlamıyorum ama şöyle bir söz var. Bu sözü kendime örnek aldım. Anlatan kişi şöyle diyordu; “Hizmette elimizden geleni değil üstümüze düşeni yapmalıyız.’ Ben bu sözle bu işi çözdüm, üstümüze düşeni yaparsak yeter. Yaptığımız iş küçük olabilir, başkalarının yanında değersizmiş gibi görünebilir. Fakat üstümüze düşeni yapmak çok önemli!” dedi. O zaman kendisinden müsaade alıp bu sözleri yazmıştım.

Hatice Nalbantoğlu Güler kendisini Allah yolunda hizmete adamıştı. “Hizmet ederken evin işleri de aksıyordur, eşinizin rızası var mı?” dedim. “Evet var.” dedi. “Çünkü ben evlenirken ‘Beni hizmetten alıkoymayacaksın!’ diye şart koştum, o da kabul etti.” dedi. İşte onun bütün bu halleri beni çok etkilemişti. O güne kadar kendimi bir şey zannedermişim. Cenab ı Mevla’ya boynum bükük bir şekilde tazarru eyledim. Onunki gibi bir aşka ermeyi isterdim. Ama bu herkese nasip olacak bir şey değil. İnsanın, karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek bir şeyler yapmaya çalışması yüce bir iş. Ve bu herkese nasip olmuyor.

Hatice hanımla görüştükten bir hafta sonra Aksaray’a gitmem gerekti. Hatice hanımdan aldığım hikmetli sözleri Aksaray’da benimle tanışmaya gelenlere anlatmayı düşündüm ve öyle de yaptım. Fakat ne Aksaray’da ne de Hatay’daki hatıralardan bir şey hatırlayamadım. Geçen beş sene zarfında hafızam bütün hatırayı silmişti. O zaman Aksaray’da tanıştığım bir arkadaşı aradım. O gün ne anlattığımla ilgili bir şey hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Tabi ki o da hatırlamadı. Sonra defterlerime bu konuda bir şey yazdım mı diye düşündüm. Evet bazılarını not etmişim. İyi ki not etmişim. Böyle güzel bir hatıra şimdi kayda alınmış oldu. Allahu Teala Hataylı Nevin Bayraktar’a ve Hatice Nalbantoğlu Güler’e gani gani rahmet eylesin. Şunu da not yazıvereyim. Hatay Nergis Hanımlar Derneği’ndeki hanımlara Nevin hanımı sormuştum. Hepsinin ortak olarak söylediği şuydu. “Nevin abladan önce Hatay’da böyle güzel bir hizmet oluşumu yoktu. O, hepimizi topladı. Bize iyiliğin ve hayrın yolunu gösterdi.”

Deprem günlerinde Hataylı Hatice Nalbantoğlu hanımı hep hatırladım. O ziyaretimizden sonra bir daha görüşmemiştik. Telefonu da yoktu. Demek ki farkında olmadan iletişimimiz kesilmiş. Fakat kalplerin sesini Allah işitiyor diye Hatice hanımı hep andım durdum. Şimdi Nevin hanım da Hatice hanım da Rablerine kavuştular. İnşallah onlar büyük mükafatlarını aldılar. Biz hâlâ buradayız. En büyük hendeği hâlâ geçemedik. Dilerim ki Rabbim bizleri de sevdikleriyle birlikte bir arada eylesin.

Hatay’da deprem dolayısıyla uzayıp giden büyük mezarlığı gördükçe Hatice hanımı hatırlıyorum. Mezarlığın fotoğrafının üzerine şu türkü sözlerini yazmışlar:

“Arar bulur muydun beni beni?
Sahipsiz mezar olsaydım olsaydım!”

Ancak Allah’tan ötürü sevenler, birbirlerini arar bulur dedim. Nitekim mahşerin o dehşetli halinde herkes birbirinden kaçacak da Allah için sevenler birbirlerini arayıp bulacaklar. Bu Allah’ın iman edip de birbirlerini inançlarından ötürü sevenlerine bir lütfudur.

Teslime Nursen Gündoğan

Leave a Comment

İlgili İçerikler