KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Kardeşimden haber alamayışımızın tam on altıncı günü.
Tarifi olmayan bir yas var içimde, derinlere uzanan, gömülü yerlere sığınan.
Gün boyu asfalt yollar uzanıyor gözlerimin önünde, belki kardeşim çıkar gelir diye. Boşluktan besleniyorum sanki. Belirsizlik önümde dizi dizi büyürken bir merdiven dayıyorum her gece göğe.
Annemin ağlayışı kulaklarıma dayanıyor, babamın sabit bakışları ve suskun dudakları içimi yaralıyor.
Anladım ki kayıp, diri diri toprağa gömülmekmiş. Kayıp, tüm uzuvların kelepçeli haliyle uzun uzun beklemesiymiş.
Gün aydınlanmasıyla her birimiz yollara dökülüyorduk. Gün sonu ise başımız öne eğik ve çaresiz evimize.
İşte o vakitlerde göğe merdiven dayıyorum zihnimde. Merdivenin bir ucunda ben, diğer ucunda kardeşim.
Bulutlara dokunmaya çalışıyoruz, sabun köpüğünden bir tutam almaya çabalarcasına.
Sonra…
Kardeşim kayboluyor bir anda. Gece boyu merdivenin başında bekliyorum. Nafile, gelmiyor kardeşim.
Katlanır merdivenimi gün doğmadan önce herkesten saklıyorum kimseler görmesin diye. Zihnim belki de oyun oynuyor bana, bu kara günleri atlatmam adına.
Kayıp, büyük bir çaresizlikmiş. Elini kolunu hiçbir yere tanımlayamadan kaygı dolu bakışlarmış.
Annemin süre gelen düzenli ağıtları ve haykırışları kulağımın dibinden ayrılmıyor.
“Keşke ölseydi! Ölseydi de mezar taşını gidip kucaklasaydım. Yavrumu öpermiş gibi sarılsaydım. Onunla orada uzun uzun konuşsaydım. Ah yavrum! Neredesin, nerelerdesin?”
Kayıp dediğin içinde yüzlerce mezar kazarak uzun uzun beklemekmiş. Kayıp dediğin tükenişmiş.
Bir gün ansızın çalan telefon ile griye dönmüş çehrelerimiz pembeye aralandı. Bizi teşhis için morga çağırıyorlardı.
Telaffuzu bile öylesine zor ve öylesine soğuk. Buz gibi.
Gülmek ve ağlamak yüzümüze kardeş payı gibi dağılmıştı. Sol yanımız gülüyor, sağ yanımız ise ağlıyordu.
Dünya dediğin bir gariplikler silsilesi.
Bir avuntu.
Bir yansıma.
Bir belirsizlik.
Morgun kapısına geldiğimizde herkesten gizlediğim merdivenimi aradı gözlerim. Bu sefer ki isteğim bir kaçıştı. Bir kayboluş.
Annem ve ben içeri girmeye hazırdık. Adımlarımız istekli olsa da bir yandan da çekimserdi.
O beyaz örtünün kaldırılışına hep filmlerde tanık olmuştuk oysa.
Elimiz uzanabilir miydi? Gözlerimiz bakmaya yeltenir miydi?
Çaresizce girdik içeriye. İçerisi buz gibi.
Adımlarımız buz kalıbına dönmeden önce “Hadi!” diye fısıldadım anneme. Kardeşimin kaybıyla bir yanımın yok oluşunu izlerken, annemin günden güne tükenişine bizzat tanık oluyordum. “Acının katmerli hali” diyordum adına.
Beyaz örtünün yanı başına gittiğimizde görevli, gözlerimizin içine baktı.
“Siz hazır olunca açacağım.”
Yutkunduk. Birbirimize baktık. Gözlerimiz birbirine onay verince “Açalım.” dedim.
Görevlinin parmakları örtüye uzandığında kalbimin atışı hızlandı, hızlandıkça da ter bastı. Annemin elini tuttum. Tuttum ve sıktım. Belki de canını acıttım. İhtiyacımız vardı bir acıyı diğer bir acıyla sabitlemeye.
Beyaz örtü açıldığında ikimiz de taş kesildi adeta.
Orada yatan kardeşim değildi. Lakin bir başkasının ciğeriydi.
Göğsümün tam ortasında hissettiğim büyük bir ağırlıkla odadan çıktık. Annemin eli buz kesmişti.
Sevinç ve üzüntü el birliği yapmışçasına kurulmuştu yine içimize. Kendimizi alıştırdığımız yerden vurulmuştuk yine.
O gece yoğun ve puslu bir sessizlik hâkim oldu evimize.
Kaybımızdan haber yoktu. Belki de olmayacaktı. Ruhumuz bundan böyle bir sis bulutunun içinde barınacaktı. Renkler hiç bu kadar parçalayıcı olmamıştı.
Geceden geceye göğe dayadığım merdivenimi, o gün ve sonrasında tüm güne yaydım.
Kimselerden gizlemedim.
Bir ucunda ben, diğer ucunda ise kardeşim.
Puslu, suskun ve gri…
Ebru Zeynep Dişiaçık