0

ÇUKUR

Sokak lambasının soluk sarı ışığında ağır ve yorgun adımlarla ilerliyordu. Yine geç saatlere kalmış olmanın korkusu ve tedirginliği ile. Son dolmuşu kaçırmış, kazandığının yarısını da taksiye yedirmek istemediği için tabana kuvvet yürümüştü. Soluk soluğa yer yer ağarmış, boyası kalkmış sokak kapısının önündeydi artık. Derin bir nefes aldı, isteksizce kapıyı çaldı. Bekledi. Yine çaldı. Yine bekledi. Belli ki çocuklar uyumuş Hayri de melül melül kapıya bakmaktaydı. Emindi, uyumamış onu bekliyordu. Özlemle yahut hınçla. Bilinmez! Keten çantasını açtı. Önce gözleri ile kurcaladı, zifir karanlık anahtarı bulmasına müsaade etmeyince elleri ile kurcaladı bu seferde. Bu soğukta olacak iş miydi elinin teri. Anahtar sırılsıklam, yüreği çarpıntılı ve ayakları titrek kapının önünde öylece duraladı. Nice sonra cesaret edip kapıyı açıp girdi yuvasına. Ökçesi gidik ayakkabısını çıkarıp terliklerini giydi. Karanlık bir anne özleminin zerk ettiği bu iki odadan mütevellit evinin sıcaklığını hiçbir rezidansta bulamazdı biliyordu. El yordamı ile anahtarı bulup bastı. Bezgin bir aydınlık oluştu soğumaya yüz tutan odada.

Hayri çekyatta oturuyor eli çenesinde, dirseği pencere pervazında, gözleri kendisine bent karanlık sokakta. “Uyumadın mı canım sen daha?” dedi ürkekçe. Sobanın yanında aynı yatağa uzanan, anne değil abla şefkati ile uyuyan iki çocuğunu uyandırmaktan korkarak. Kendisine cevap vermeyen lakin kahır dolu bakışlarla kendisini izleyen Hayri’nin öfkesinden korkuyordu. Havadan bahsedecek oldu eşarbını çıkarırken dili dolaştı, kekeledi. “Geç saatlere kalma demedim mi ben sana?” dedi Hayri hiddetle. “Misafirleri vardı, bırakmadı Ruşen Hanım. Son dolmuşu…” cümlesinin devamı ne hikmetse açık olan dudaklarında çakılı kaldı. “Öyle olsun!” diyen Hayri’nin sesiyle. “Nesi öyle olsun Hayri? Kalamam ben, eve gitmem lazım, işine gelirse, böyleyken böyle diyecek hâlimiz mi var Hayri?” “Var” diye bağırdı Hayri. Bağırışına, elini kömür isinin buğuladığı cama vuruşuna çocuklar kıpırdadı, en büyüğü uyandı. Kalktı, oturdu yatağında. “Uyu kızım, yok bi şey…” dedi Necla. Döndü, yattı, kızı son üç yıldır alışık olduğu bağırış çağırışlara kapattı kulağını eli ile. Geldi, ilişti ortası çukurlaşmış eski çekyatın ucuna. “Yapma. Yapma gözünü seveyim. Etme kendine bu fenalığı, salma beni elemin, kederin dibine.” dedi Necla. Hayri’nin elini aldı koydu avucuna. İlk uçuşunda sapanla vurulmuş yavru bir kuş gibi titriyordu eli. Ne ara bu kadar zayıfladı diye düşündü Necla. Koca inşaatın harcını bir kardı mı nice işçiler yetişemezdiler de söylenir dururlardı. Üç adamın işini yapardı da of demezdi canı, ciğeri, biricik eri Hayri. Şimdi tuvaleti gelince kızı temizlemek zorunda kalmasın diye yemeden içmeden kesildi, kuş kadar canı ile bu çukurumsu çekyata mahkûm. Ona bakınca yüreği eziliyor, içi cızırdıyor. Dağ gibi beyini yatağa mahkûm görmek dirhem dirhem yiyor içini. Baksa ne olacak ki, o melun günden beri bir kez olsun göz göze gelmiş mi ki eşiyle? Hep kaçamak hep öfkeli hep kahır dolu bakışlar. Yatağa mahkûmiyeti sindirememenin delişmen sükutu vardı çehresinde, öfkesi de ellerinde.

Çekti ellerini Hayri, her karesini milyon kere incelediği, sağır bir sessizliğin hâkim olduğu sokağa baktı. “Az kaldı, bu ayki maaşımın bir kısmını da ekleyince sana o ortopedik yataktan alacağım. Bu çukurda iki büklüm olman yetti gayri. Gör bak çok rahatlayacaksın.” dedi Necla. Hayri gözleri sokağa meftun, dönüp bakmadı bile. Hayri, boğazını düğümleyen, dilini yakan, dudaklarına kâğıt kesiği açan kelimelerini sokağın kuytu köşelerinde gözleri ile arıyordu sanki. Kalktı Necla geçti banyoya, elini yüzünü yıkadı. Bir daha bir daha yıkadı. Musluk suyuna gözyaşları eşlik etti. Hayri anlıyordu artık banyoda ki musluk suyuna ceylan gözlüsünün boncuk gözyaşlarının refakat ettiğini. Ama çaresiz ve de yatağa çakılı. Bırakır mıydı, kıyar mıydı?  Su damlası Necla sının el kapısında bu saatlere kadar hizmet etmesine he der miydi? Tırnakları elini kanatırcasına yumruğu sıkılı, dişleri hazmedemediği için birbirine kenetli. İnşaatın yedinci katından düşmeseydi, iş verenin ihmallerini iş kazası deyip geçiştirmeseydi mahkeme bugün halen eve ekmek getiren kendisi olacaktı. Kızı babasına bakmak için okuldan çıkmak zorunda kalmayacak, iki küçük oğlan anne hasreti ile büyümeyeceklerdi. Oğlunun ihmallerini, hastane masraflarını karşılayarak ve Necla’yı işe alarak kapatmak isteyen Ruşen Hanıma da oğluna da bu yaptıklarını bir gün mutlaka ödetecekti.

Nasıl?

Ne zaman?

Kim?

İşte bunu bilmiyordu! Bildiği bir şey vardı, düştüğü bu çukura onları çekemiyorsa geriye yapacak tek bir şey kalıyordu; kendisini bu çukurdan kurtarmak, dahası tüm aileyi bu karanlık kuyuya hezin hezin çekmeye bir son vermek.

Günler sonra ilk kez bu kadar mutlu eve doğru koşar adım ilerliyordu Necla. Nicedir almayı planladığı, biricik erini o rahatsız çukur çekyattan kurtaracak ortopedik yatağı alabilmişti. Adamlar yatağı eve götürmeden önce eve ulaşmak, bu müjdeyi küçük bir öpücükle ödüllendirileceği eşine kendi söylemek istiyordu. Kapıyı çaldı, açan olmayınca ivedilikle anahtarı bulup açtı. Seslendi, okulda olan iki küçüğün dışında kızı da Hayri de evde değildi. Aradı, seslendi yok, yok, yok. Tam dış kapıya yönelecekken yerdeki kan lekeleri gözünde tezahür etti. Bunu yeni mi görüyordu, yoksa yeni mi peydah olmuştu anlamadı. Hercümerç düşünceler içinde kan izlerini takip etti Necla. Gelip Hayri’nin son üç yıldır mahkûm olduğu çukur çekyatta durdu. İzler bitti! Rüzgâr dindi, güneş sinsi bir tülün ardına gizlendi, dalda kuş toprakta börtü böcek kıpırdadı, yorgun sokak taşlarında koşturan çocuklar duraladı, kapı önlerinde fısıldaşan kadınlar sustu! Örtüyü eli titreye titreye araladı. Çekyatın her tarafı kana bulanmış, çukur, kan gölüne dönmüştü. Necla’nın yüreğinden diline bir feryattır yürüdü yedi cihanı inleten. Hayriiiiiiiiiiiiiii

Emine Peker Şansal

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler