ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
PARKTA SIRADAN BİR GÜN
Güneş gözlerine vurdu. Bugün mecburiyetten dışarı çıkmış olmasa farkına varamayacaktı; unutacaktı bu dinginlik, bu huzur veren hissi. Umursamayacaktı. Nasıl iyi gelmişti yüzüne, ruhuna temiz hava. Hoş, temiz hava da kalmadı ya…
“Açık hava diyelim en iyisi biz buna,” dedi içinden. Günlerdir okumaktan, çalışmaktan gözleri ağrıyordu. Kendini bir kaptırdı mı başı kalkmaz kitaplardan, dosyalardan. Saatler geçer durur da farkına varmaz. Karşı bankta Aysel Hanım oturuyordu. Elinde kalınca bir kitap. Bir okumayı severdi Aysel Hanım, bir de okuyanları. Ah bir de kedileri! Hem kedileri kim sevmez ki değil mi? Şule Hanım sevmez. Küçüklükten beri fobisi. Elinde değil, korkar nedense. Kim bilir, belki de çocukluğuna inmeli.
Makbule Hanım bugün yok. O sokağa yalnız çıkmayı sevmez. Yanında biri olacak illa. Yanında gelecek kimseyi bulamadıysa…
Aysel Hanım okuduğu kitaptan yavaşça başını kaldırdı, sağı solu gözleriyle gezdi. “Boş boş otursunlar, gezsinler anca. Bu ülke adam olmaz.” dedi elinde kitap olmayanlara bakıp. La Fontaine’den Masallar kitabına sarıldı, kendisiyle gururlanarak.
Selim günlerdir başını kaldıramadığı kitapların kapağını zorla kapatmış, dışarı çıkmıştı bugün. “Biraz da hava almak, insan görmek gerek.” dedi içinden, evden çıkarken. Bir ağaç kenarında oturmalı, gökyüzünü seyretmeli, kuşları dinlemeli. Bunlar da gerek…
Arif Bey yanından köpek geçerken sıçradı. Utanmasa çığlık atacaktı ama Allah’tan “Erkek adama yakışmaz.” sözleriyle büyümüştü. “Yine buldu beni.” diye söylendi yavaşça. “Nereden çıktın sen?” Yanından geçerken sözlerini duyan Asude Hanım ters ters baktı. “Asıl sen nereden çıktın? Yaşamak asıl onların hakkı.” diye söylene söylene gitti.
Arif Bey hem kızdı hem içerledi. Köpekleri en çok o severdi. “Sen ne bilirsin cadı karı?” dedi içinden. O gün o köpeğin saldırısına uğramasaydı… Hep o günden sonra olmuştu bu korku onda. On dikiş atılmıştı bacağına. Köpeğe dokunmazsan bir şey yapmazmış, laf! Bir şey mi yapmıştık? Isırdı işte.
Aslında gri köpek de ısırmazdı, o da insan severdi ama zamanında o kötü adam, ona taş atıp bir gözünü kör edince korkar olmuştu insanlardan. Beyaz küçük köpeği dinlemeliydi, kaç kere uyarmıştı; insanlar kötü, dikkat et, diye. Sen bir şey yapmazsan insan sana zarar vermez, demişti ona, bilgiç bilgiç. Arif Bey’i de kendine kötülük eden o adama benzetmişti. Eh insan insana benzer derler, benim suçum yok, dedi içinden, fark edince.
Arif Bey hızlı adımlarla uzaklaştı köpekten ve parktan. Giderken hüzünlüydü.
“Haklı belki o süslü cadı. Doksan yaşına geldin Arif, yaşamaya hakkın yok artık! Tanrı’nın alacağı da yok, unuttu seni. En iyisi… Yok artık, daha neler! Tövbe tövbe…”
Annesi yaşasaydı kızardı. Annem olsaydı “Allah bilir, sen bilmezsin.” derdi. Erkenden gitmişti. “İyileri erken alır.” demişti ahali. İyiydi elbet. Melek gibi kadındı. Hem yürüyor hem de kendi kendine söyleniyordu:
“Peki, ben ne kötü günah işlemiştim ki bu yaşıma kadar beni tuttun burada? Tamam, birkaç günah işlemiş olabilirim. Doğru ama tövbe etmiştim sonuçta, her günahtan sonra. Affedilmediysem demek…”
Zeynep Kasap