0

HAYATIN ONUR EKSİKLİĞİ

Masif ahşap masada duran kalemliğe kilitlenip kaldı Yonca. Yeşil yapraklı duvar desenini izlemekten sıkıldığı her halinden belliydi. Karşısındaki kadına anlamsız birkaç kaçamak bakış attıktan sonra gözlerini kalemliğe sabitlediğinde daha rahat hissetti. Çünkü ne zaman boş da kalsa, gözlerinden istemsizce yaşlar dökülüyordu. Yuvarlak gözlüklerinin arkasından ona bakan kadın, samimi ve güvenilir görünse de Yonca artık kimseyi güvenilir bulmuyordu. Kadının kadife sesi, sanki psikolog olmak için doğduğunun kanıtıydı.

Havadan sudan ve tanışma diyaloğuyla geçen beş dakikadan sonra, Pınar sabırla ve sessizlikle Yonca’yı izlemeye devam etti. Yonca’nın kafa olarak bu odada olmadığını anlayınca, önemli bir konuya gireceğini belli etmek için hafifçe öksürdü. Yonca hâlâ aynı yere bakıyordu. Pınar, Onur’la ilgili ilk soruyu sorduğunda, Yonca içindeki tüm acıyı söküp atarcasına derin bir nefes aldı.

“Bana biraz Onur’dan bahsedebilir misin, Yonca? Onu ben de tanımak isterim.”

Turkuaz boyalı duvarda yalnızca kendinin gördüğü bir ekran varmış gibi oraya bakarak anlatmaya başladı Yonca.

“Bir tabuta sığmadı Onur’un bedeni. Küçük bedeni tabutun dörtte birini bile doldurmadı. Bir odaya sığınıp günlerce aç susuz kaldı. Sanırım uğruna yaşayacak bir şey de bulamadı. Yiyecek bir lokma yemek, içecek bir bardak su da bulamadı. Hayallerinden de hiç bahsetmedi. Kimseyi kırmadı odada kaldığı sürece, bana dair. Sahi, kaç gün kaldı Onur o kokuşmuş odada? Onu ilk gördüğümde nasıl tiksindiğimi hatırlıyorum ve bundan çok utanıyorum. Onun beni ilk gördüğü andaki heyecanını, etrafımda dört dönmesini de unutamıyorum. Daha ilk günden beni uyutmamış, sabaha kadar belirli aralıklarla yüzümü öpmüştü. O günden sonra onu bir daha göremeyeceğimi düşünmüştüm ama öyle olmadı. Simsiyah gözleri, zor görünen şeffaf kolları, cılız bedeni, kocaman ruhu, görmeye ve onunla yaşamaya değerdi. Tüm insanlıktan tiksinir bir hali vardı onun. Bağımsız, özgür, kendine güvenen birisiydi. Yalnızca bir hayali vardı: rahatça uçabilmek. Bu nedenle uçmaları vardı onun zaman zaman.

Kelebek misali ömründe uçmaları vardı, kat ettiği kilometreleri unutturana dek. Her şeyden ama her şeyden yüksekte olmaları. Kimsenin ona zarar veremeyeceği yerlerde olmaları vardı. Uçmaları vardı. Uçarken ölümden dönmesi ve hatta ölmesi, ölüp yeniden dirilmesi. Uçarken yok olması ve var olması. Masal misali bir var olup bir yok olması. Uçarken kaçışları vardı, kaçarken kaybettikleri ve kaybettiği anda kazandıkları. Kazandığında daha da çok ağladıkları, vedaları, aşkları, uçarken ardında bıraktıkları. Uçmaları vardı, çok uzaklara gitmeleri. Uçup düştükleri, düşüp kalkamadıkları. Uçarken korktukları vardı, korkup geride bıraktıkları vardı. Uçarken kanatlarına artık yetmeyecek bir enerjisi vardı, bazen ona zehir veren. Ve sadece uçup kaybolmaları vardı. Sonsuza dek kaybolmaları. Hiç anlatmamıştı Onur ama ben anlıyordum. Aşk acısı çekiyordu, eğer konuşabilseydi ağlayarak anlatırdı. Rakı içerdik beraber ama bence o en çok şarabı severdi. Muhtemelen şiir de severdi şarap sevdiği için. Belki tanıdığı bazı kadınları öpmek istemiştir. Bundan da hiç bahsetmedi. Gizemli biriydi Onur. Herkesi etkileyebilme kabiliyeti vardı. Zor durumda kim varsa onun yanında olurdu. Kanatları vardı sanki birilerine yardım etmesi için. Bazen ağladığını görürdüm evde, benden gizli. Elimden bir şey gelmese de üzülürdüm onun için. Kaç defa sordum ne derdi olduğunu ama nafile, hiç anlatmadı. Bilemiyorum, belki de beni anlatacak kadar yakın görmedi. O öldükten sonra bunun üzerine de çok düşündüm. Ben onu evime alacak kadar yakın görüyordum ama o beni yeterince kabullenebildi mi onu bile hâlâ bilmiyorum. Hep bir yabancı mıydım onun için? Eğer öyleyse çok acı. Onur’la aynı evde yaşayıp iki yabancı olma hissi yüreğime ağır geliyor. O öldükten sonra günlerce öldüğü odaya giremedim. Onsuz nasıl yaşayacağımı da bilemedim. O beni benim onu sevdiğim kadar sevmese de ben onu çok ama çok sevdim.

Şimdi ben bunları yazarken biliyorum ki bir yerlerden beni seyrediyor ve her zaman ki gibi muzipçe gülümsüyordur. İnanç değil mi insanı hayatta tutmaya yarayan en büyük güç? Bende inanıyorum işte, o beni görüyor, en çokta ben onu özlerken. Belki biraz da özlüyordur. Bunları kimseye anlatamamak da yorucu oluyor. Kimse Onur’a olan duygularımın ve hatta onun bana olan duygularının farkında değil ve anlamakta istemiyor. İnsanlar kötü bazen çok kötü olabiliyorlar. En acısı da çoğu insanın kendinden büyük yargıları var. Daha da acısı yargılarının bile önden gidenleri var.  Acılara hapsolmuş bir hayat yaşadı diyorum onun için, yüzüme bakıyorlar saçmalama der gibi. Oysa biliyorum ben onun acısını. En az onun benimkini bildiği gibi. Beni sevdiğinden emin olmadığımı söylediğim için yanlış anlamayın benim her acımda yanımdaydı. Üzüldüğümde, hasta olduğumda, ağladığımda, çok yalnız hissettiğimde. Her zaman omzuma ya dokunur ya bir öpücük kondururdu. En çok da yemeklerde içimde ki o büyük boşluğu doldurmak için mutlaka karşımda otururdu. Biz beraber hayal edemeyeceğiniz güzel günler yaşadık. O gittikten sonra beni kim anlayacak bilmiyorum. Birinin beni anlayacağına da inanmıyorum. Sebahattin Ali sözü gibi hissediyorum. “Perişan bir haldeyim. Fakat içimde kendimden bile sakladığım bir ümit var.”  Gerçek olmayacağını bilsem de Onur’un bana dönme ihtimalini düşünmeyi seviyorum. Diğer insanlara baktıkça onlarla iletişim kurmaya çalıştıkça bu ihtimal beni daha da heyecanlandırıyor. Ben Onur’lu günlerimi çok özlüyorum. Onunla olan birkaç anımı size anlatmak isterim.

Şimdi anlatmaya başlasam yirmi dört saat sürebilir onunla ilgili anlatacaklarım ama kıymetli vaktinizi almak istemememden ötürü size yalnızca birkaç anı anlatmakla yetineceğim. Yanılmıyorsam Onur’un hayatıma girdiği ilk hafta idi. Birgün işten çok sinirli geldim, ağladım ağlayacağım sinirden. Haksızlığa uğradığımı düşünüyorum ve içim içimi yiyor. Onu mu deseydim bunu mu deseydim, ah neden şöyle demedim ki diye. Balkona çıktım ve bir sigara yaktım. Onur geldi telaşla, hiçbir şey söylemedi, sadece beni seyretti. Onun beni sessizce öylece seyretmesi beni rahatlattı. Konuşmayı sevmezdi, söylemiş miydim? O beni seyrederken sigaramı söndürüp sardunyalara su verdim. Sessiz ve sabırlı beni izlemeye devam etti. Sonra gelip su verdiğim sardunları sevdi. Bana baktı ve göz kırptı. O bir şey söylemedi ama ben anladım. Takılma böyle küçük sorunlara, dünyada, hele ki senin dünyanda canını sıkan insanlardan daha değerli şeyler var diyordu. Tüm hırçınlığım bir anda kayboldu. Ona sarılmak istedim yine benden kaçtı ama gülümsedi. Onun gülümsemesi gökyüzündeki tüm yıldızların bir anda parlaması gibiydi.  Yalnızca sinirli olduğumda değildi benimle birlik olması. Bir gün yine yargılandım. İnsanları bilirsiniz yargılamayı çok severler. Senin hayatının bir saatini bile yaşasa dayanamayacak insanlar senin hayatın hakkında ahkam keserler. Kocaman adamlar sırf onların istediği kadın değilsin ya da olmayacağını söylediğin için seni eleştirirler, yargılarlar. Kapatmaya çalıştığın tüm yaralarını yakalayıp tekrar tekrar üzerine basıp kanatırlar. Yine öyle bir günde eve gelip çok ağladım. Onur yine omzuma dokundu. Dikkatle ve şefkatle yüzüme baktı. Uzunca baktı. Ağzından hiçbir kelime dökülmedi ama gözleri aldırma, sen onların yargılarından da gördüğünden de daha güzelsin dedi. Ona yine sarılmak istedim her zaman olduğu gibi izin vermedi. Karahindiba çiçeği gibiydi. Onu dokunarak hiç sevemedim sanki dokunsam elimde kalacaktı o güzel çiçekleri. Bunu bildiğinden herhalde hep kaçtı benden. Tüm zor anlarınızda yanında olan birini kaybettiniz mi? Hayatınızdan biri gitti diye yalnızlıktan kusacak gibi hissettiniz mi? Birini bir tabuta koyup o tabutu kibrit kutusu olarak gördünüz mü? Onursuz kalmaktansa ölmeyi hiç düşündünüz mü? Bir akşam ‘Tabutta Rövaşata’ filmini onunla beraber izledik. Ana karakter Mahsun’ un hayatını ve ısınmak için araba çalmak zorunda kalışını, en sevdiği tavus kuşunu yemek zorunda kalışını bugün bile anlayamayacak. Mahsun’a hak veremeyecek kadar hayata yukarıdan bakan insanlar bu memlekette. En çok da bu insanlardan var dünyada. Onur o insanlara rağmen ağladı benimle. Anladı Mahsun’u ve soğuktan donarak ölen arkadaşını. Çünkü arkadaşı onu araba buldum dediğinde uyanıp gitseydi onunla yani, kimine göre suça bulaşsaydı, belki de ölmeyecekti. Tıpkı benim Onur’u unutup uyumam gibi. Kendimi affedemiyorum. Onu unutmasaydım belki de ölmeyecekti. Bir ömür değil ama bir süre daha benimle kalacaktı.”

“Yonca, Onur nerede ve nasıl öldü?”

“Onur benim yüzümden öldü. Bizim evimizde, benim odamda ve havasızlıktan öldü.”

“Onur’la bir ilişkiniz mi vardı? Kusura bakma, bunları sormam ve anlamam gerek.”

“Sizi anlıyorum ama beni kimse anlamıyor. Onur benim hayatımdaki en değerli varlıktı. Bir karasineğin bir insanın en kıymetlisi olmasını neden kimse anlamıyor?”

Ayşenur Aysel

Leave a Comment

İlgili İçerikler