ÖLMEK İÇİN YAŞIYORUM! Günü çoğaltıyor gülüşün Düşlerime giriyor bahar Hayata attığım çentik, ömrüm!.. Ölümü mayalıyorum her akşam Hayallerim bile derme çatma Akla...
PATEN VE ÇOCUK
Yeni moda olan paten, patenle gezen çocuklar ve gençler. Kaldırımda yanınızdan vız vız geçen şu çılgınlara içinden tekme atmak geçmiyor değil hani. Zaten alışamadığı şehir, kalabalık, arabalar, gece olduğunu belli eden ağustos böceklerinin ve sisli gökyüzünden sayılmayan yıldızların yokluğu. Koca köyde yaşayan insanları barındıracak kadar site denilen o ev yığınları, bahçesiz ağaçsız. Saksılarda solan çiçekler. Kafeslerdeki muhabbet kuşları. Hepsinden şikâyetçi. Ne vardı köyde kalsa sabah tarlaya gitse, koyun gütse ıslık çalsa karabaş köpeği ile oynasa. Kim çıkardıysa şu sigortalı iş denilen şeyi. Gene de anne babasına o güzel köyüne dedesi kahveci Hacı Mehmet Ali’ye hiç şikâyet etmedi. Sanki her sene pazardan büyük elbiseler alınmamış, komşuların ya da Almanya’daki akrabalarının getirdikleri az giyilmiş ayakkabıları okula giderken giymemişti. Ailesi ona sadece Kandıra lastiği denen lastik siyah ayakkabı alabiliyordu. Hey gidi günler, diye iç geçirdi. Ya şu dükkân vitrinlerine nasıl bir şey dememeli her çeşit ve her marka ayakkabıya ulaşmak mümkün.
Şimdiki gençlik mi varlık içinde yoksa onlar mı yokluk içindeydi. Bisikleti olup havasından yanına yaklaşılmayan şımarık çocukların gözlerinin içine o bisiklete bir tur binmek için baktığı günler geldi aklına. Onun çocukluğunda, köyünde böyle şeyler yoktu. Çocuklar oyuncaklarını kendileri mısır sapından, kabaktan, tahtadan ve ağaçtan yaparlardı. Sadece bayır olan yerde arabalarıyla oynarlardı. Derede yüzme işi aileden genelde gizli olurdu. Yağmurlu havalarda su akıntılarında kâğıttan gemiler yüzdürmek de başka bir oyundu. Yine işten eve gelirken çocuğuna kızan annenin sözlerini duyunca fark etti patenli yaramaz çocuğu ve haşarı çocukluğunu.
Saymadı. Ama uzunca bir zaman hatta bir çocuğun hayatı kadar süren siyah beyaz film gibi artık mazideydi. Babası ölmüş, annesinin gözlerinin feri bile kaybolmuştu. Duymuştu. Sesi ve uzaktan hoş gelen şehir efsaneleri ve o koca şehrin iş ve rahat hayat karşılığında ondan neler neler aldığını yeni fark ediyordu.
Minibüsten yol üstünde indi. Baba evine çocukluğunda olduğu gibi yürüyerek gitmeyi tercih etti. Sırtında çanta, çantasında birkaç eşya geride özlem geride sıla… Korna çalıp yanında duran arabalara binmedi. Teşekkür etti. Sigara bile yakmadı. Kuzeyden esen rüzgârın kestane, ıhlamur, gürgen, meşe ağaçlarıyla güreştikten sonra getirip dağıttığı havayı içine çekmek istiyordu. Hasreti içine çeke çeke yürüdü. Baba evine vardığında ikindi, evin gölgesini çoktan devirmişti. Ve dış kapı her zaman olduğu gibi açıktı. Bu sefer o açık kapının kendisini çağırdığını düşündü. Ama geç de olsa geçmişti işte, dönmüştü gidecek de olsa.
Annesinin gözleri onu uzaktan tanıyamayacak kadar pusluydu. O ise hâlâ onca değişen şeye rağmen bunun farkında değildi. Üstelik yaşlı kadın tıkırtıyı bile duyamaz haldeydi. Torunu, “Babaanne kapıda bir adam var,” deyince “Buyur oğul” dedi yaşlı kadın. “Anne benim” deyince adam, karşılıklı dökülen gözyaşları tercüman oldu dillere.
Akşam yemeğinden sonra çayını da alıp sigara içmek için söğüt ağacının dibine gitti. Herhâlde geçen zamana inat değişmeyen tek şey bu eğri ağaç ve onun yaprakları arasında ışıldayan ateş böcekleriydi.
Yusuf Yılmaz