0

SANDALYE

Zor şeydi yalnızlığın tarifi. Yaşamak lazımdı. Yaşamadan tarif edilen her hissiyat balon gibiydi. Ufacık bir iğne ucu değdiğinde patlar, sönerdi. Fakat şahitse tüm yaşadıklarınıza bazı şeyler, o vakit her şey başkalaşabilirdi. Dilsiz bir tanıklıktı bu. Tek dostum dediğim sandalyem gibi. Beni hiç yalnız bırakmadı. O da an be an yalnızlığını benimle paylaştı. Derman olduk birbirimize.

Her gün odamın penceresinden bakarım önümde uzanan yola. Beklerim birilerini, gelmeyeceklerini bile bile.

Saatler geçer, günler döner, yıllar devrilir. Hep aynı yerde bulurum kendimi ve biricik sandalyemi. Hiç ama hiç terk etmez beni.

Yol, çok şey fısıldar insana. Olmayacakları oldurur, görmediklerini gördürür. Akar gidersin onunla. Uzun uzadıya…

Geçmiş de önündedir, gelecek de. An dediğin şimdide.

Dört duvar dahi ardında kalır. Yol kuşatır seni her şeyiyle.

Bedenimi misafir eden sandalyem bilir tüm hikâyeyi. Nasıl bilmesin ki! Bir ben var, bir o, bir de yol.

Kimi zaman dokunurum ona, severim. Cansızların da bir canı olduğunu dert edinirim.

Yemekten yemeğe açılan odamın kapısı günde üç öğün “Nasılsınız?” ile renklenir. Sonra yine aynı. Bir ben var, bir o, bir de yol.

Hikâyemin geçmişinde kahramanlar var elbette. Tanıdıklar, arkadaşlar, akrabalar, et tırnaktan ayrılmaz dediğimiz insancıklar. Heybe dolu, lakin önümde uzanan yol boş, bomboş.

İçi dolu bir kelime “beklemek.” Uzun, upuzun.

Kaç vakit sığar içine!

Akrep ve yelkovan dahi yıpranır, emekli olmak istercesine.

Katmerli bir yolculuktur beklemek. Tüm iniş çıkışlar gelir, yakalar, yoklar, acıtır ve kaçar.

Günler ve geceler geçiyordu bu şekilde. Bekleyerek ve yolu gözleyerek. Her gün birbirinin aynısı gibiydi. Bir ben var, bir o, bir de yol.

Gün, ay ve yıl dahi silikleşiyor bir zaman sonra. “Hangi aydayız?” diye sormaya başlıyorsun kendine, ince bir fısıltı ile. “Bugün günlerden ne?” diyorum, sanki dört duvar dile gelecekmişçesine.

O sabah sıkı sıkı tutundum sandalyeme. Ayrı bir hüzün kapladı içimi. Sanki beni terk edecekmiş gibi.

Avuçlarımla sağlı sollu kavradım onu. Yerimden kıpırdamadım, günde üç öğün açılan kapıma sessiz kaldım. İçimi kaplayan bu garip his ertesi günün sabahına dek devam etti.

Ta ki…

Odamın kapısı erken bir saatte açıldı. Sandalyemin sağ ön ayağı aniden kırıldı. Öne doğru sarsıldığımda avuçlarım da bulunduğu yerden ayrıldı. Avuç içlerim kıpkırmızı olmuştu. Yüreğim sıkışmıştı. Eksilmiş hissediyordum kendimi.

Hemşire yanıma geldi. Ellerimden tutarak beni yatağa oturttu. Sandalyemi aldı.

“Buna ihtiyacınız kalmadı. Ayağı kırılmış. Hemen yenisini getirelim.” dedi.

“Hayır!” dedim. Sandalyemi sıkı sıkı kavradım ve penceremin önüne tekrar koydum.

“Onu bu zor durumda yalnız bırakamam.”

Hemşire yüzüme bakıyordu fakat anlam veremiyordu.

Kırık bacaklı sandalyeme yine oturmuştum. O hâliyle bile bana ev sahipliği yapmaya devam ediyordu. Birbirimizin elini tutmaya söz vermiştik. Lakin kimseler bilmiyordu, görmüyordu ve anlamıyordu.

Anlamak zorlu işti. Zahmetliydi.

Her şey yine aynıydı. Bir ben var, bir o, bir de yol.

O akşam hemşire, odamın kapısını ikinci kez açtı. Yemek zamanı da değildi. Gözleri sabırsızca bir şeyler söylemek ister gibi bakıyordu. Yanıma yaklaştı. Elini omzuma koydu.

“Ziyaretçin var.”

Hem gülümsüyordu hem de gülümsemiyordu. Belli ki o da şaşkındı.

Tepkisiz kalmıştım. Nasıl bir tepki vereceğime yabancılaşmıştım.

Yine sıkıca sarıldım tek bacağı kırık sandalyeme. “Beni bırakma!” dercesine.

“Hadi gel, ziyaretçin seni bekliyor. Onu daha fazla bekletmeyelim.”

Sandalyemi bırakmak istemesem de hemşirenin ısrarıyla odamdan ayrıldım ve bir bacağı kırık sandalyemi ardımda bıraktım.

Şimdi şimdi bir o vardı, bir de yol.

Uzun bir zaman sonra duydum ki sandalyem gitmiş, yol kalıvermiş.

Hayatımızdan eksilenler ve hayatımıza eklenenler.

Bir de her daim bekleyenler ve bekletenler.

Ebru Zeynep Dişiaçık

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler