0

BUDAK AĞA

Kayınpederim, bugün ikindi üzeri kendisi gibi ihtiyar, buzağı kazığı gibi kısacık, at boncuğunu andıran küçük mavi gözleri fıldır fıldır dönen, cin gibi bir adamla çıkageldi. Benden önce çocuklar görmüşler: “Dedem! Dedem! Şalvarlı dedem geldi baba!” diye sevinç çığlıkları atınca farkında oldum. Çocukların “şalvarlı dedesi” hanımın babasıdır. Eşofmanlarımı giymiş, battaniyeyi serip Çamlık’taki o koca çınarın serin gölgesine uzanmıştım. Seslerle birlikte yanı başımda oturan hanım, elindeki tığı ve dantelayı yana bırakırken ben toparlandım.

“Hayırdır inşallah!” dedik aynı anda ikimiz.

Hiç tanımadığım,  yüzünü dahi görmediğim, başındaki acer köylü kasketini yana yıkmış, talim eden mektep talebeleri gibi bir garip yürüyen böyle ihtiyar bir adamla kayınpederimin çıkagelmesine doğrusu pek bir anlam veremedim. Hem de ta Beşikgöl’e… Her çarşamba yeni evlendiği genç ‘cici annemizi’ arkasına düşürüp ilçe pazarına geldiği halde yanımıza uğramayan babamız, yanında bir yabancıyla, hem de bu vakitte gözükünce insanın aklına türlü türlü şeyler geliyor. Demek ki şimdilik bizce meçhul olan bu ani ziyaretleri hem çok önemli, hem de acil olmalıydı ki sıcağa rağmen  düşmüşlerdi yola. Yoksa  bunca yolu hem de güneşi alınlarının çatına alıp yaya olarak teperler miydi?

Her ikisinin de yorgunluktan dudakları kurumuş, su gibi tere batmışlardı. İhtiyar yabancının siyah ceketi atkı gibi kolundaydı. Kayınpederimin sırtında ise sadece gömlek ve altında kara şalvarı vardı. Her zamanki gibi kurutulmuş acı ot ve tütün kokuyordu. Hemen yanı başımızda gümüş rengi yarpuzların boy verdiği derenin serin sularında ellerini yüzlerini yıkayıp, ağızlarını çalkaladılar. İkisi de pancar gibi kızarmıştı. Termostan bardakla su verdik. “Terliyiz, hele bir soluklanalım, içeriz.” dediler. Kilimi daha geniş serip arkalarını küçük yastıklarla besledik.

Kayınpederimle birlikte gelen at boncuğu gözlü ihtiyar adamın, saçları ve uçları çengel gibi yukarı kıvrık bıyıkları kömür karası  boyalıydı. Kırışık, incecik bir boynu, yaba kulaklı iri bir başı vardı. Bu hastalıklı, bu çelimsiz boyun sürekli yana yıkık durduğundan sanki bu koca kelleyi zor taşıyor gibiydi. Derin çizgilerin oturduğu zayıf çehresinde iki karaçalı gibi yükselen gür kaşlarının altından küçük mavi gözleriyle insana cin cin, nemli nemli bakıyordu. Sağ elinin serçe parmağında ise -varlık alameti- altından kaşlı bir yüzük takılıydı. İskeleti andıran yeşil damarlı elini şöyle bir dizine attığında insanın gözüne güneş gibi şavk veriyordu.

Dedim ya kayınpederimin, ‘cin çelliği’ yapılı böyle bir adamla apar topar  yanıma gelmesine bir anlam veremedim. Anlattıklarına göre önce eve uğramışlar. Orada bizi bulamayınca, “Bugün pazar. Bizim damat evde durmaz. Mutlaka çocukları alıp Beşikgöl’e gitmiştir. Uzak da sayılmaz.” diyerek sıcağı tepelerine  alıp düşmüşler yola. Daha birinci bükü bile aşmadan ikisi de harlamış. İşte o anda bu süslü adamın, “Yo!” diye itiraz eden boğuk, hırıltılı sesini duyuyorum. Yüzünde mütebessim, fakat erkekliğe leke sürmeyen bir ifade. Tespihsiz eli havada, boşluğu iter gibi konuşuyor:

“Asıl harlayan, su kaynatan kendisi. Benim daha iliğim sağlam! (Sonra kayınpederime dönüyor) “Senin yükün ağır Ahmet Ağa, ondan ondan(!)”

Anlamı kendilerince malum kahkahalarla gülüşüyorlar. Yaya çıktıklarına bin pişman olmuşlar ama  geri de dönememişler. Beyaz Toros’u görünce, “Çok şükür bulduk!” diyerek boşa gelmediklerine sevinmişler.

“Hayırdır baba?” dedim.

Kayınpederimden önce bıyığı, saçı boyalı ihtiyar adam cevap verdi:

“Hayırdır hayır. Bizim işimiz hep hayırla. Şer ile işimiz yok bizim.”

“Baba tanıyamadım amcayı, sen de tanıştırmadın bizi?”

“He ya, telaştan unuttum yahu! Yiğit lakabıyla anılır. Budak Ağa derler buna. Cebeli Bereketli meşhur Budak Ağa! Asker arkadaşım benim. Ezine’de beraber yaptık askerliği. Üç sene dile kolay! İçtiğimiz su ayrı gitmedi Budak gardaşımınan. Hey hey, ne günlerimiz geçti bu gördüğün Cebelli hırpo Budak’ınan!”

Adam, “evet” anlamında başını öne sallarken, diliyle şakur şukur takma dişlerini oynatıyor, kemikli iri bir şey yutuyormuş gibi yutkunuyordu.

Gelen misafire “Niye geldiniz?” diye sorulur mu? Dilimi salladım ben de soramadım. Herhalde askerlik hatıralarını anlatmak, birbirlerinin “ilik”li, “yüklü”, sulu yârenliklerini dinletmek için olamazdı. Bunca yolu, bu dar vakitte teptiklerine göre.  En iyisi kendilerinin anlatmasıydı.

Kayınpederimin, bıyığı-saçı boyalı Cebelli asker arkadaşı, bağdaş kurduğu kucağında kılıfı dışa dönük duran ceketinin iç cebinden açılmamış bir Marlboro çıkardı. Takma dişleriyle çıtır çıtır açtı. Önce kayınpederime, sonra bana uzattı. Kayınpederim, “Hele bir soluklanalım Budak Ağa.” dediyse de altın yüksüklü eli havada kalmadı. Bana döndü:

“Yak Hoca Efendi, yak!” dedi. İçmediğimi söyleyince hayret, benden övgüyle söz etti: “Aferin Hoca Efendi!” dedi. “Akıllı adamı severim ben. Bu zıkkım hem kesene, hem sıhhatine zarar. Bize bakma. En iyisini sen ediyorsun. Zaten seni ilk gördüğümde altın gibi bir çocuk olduğunu anlamıştım.”

Ceketini ikiye katlayıp yana koydu. “Gelin kızım!” diyerek bizim hanımdan bir bardak su istedi. Gözlerinin içine bakarak “Berhudar olasın kızım.” dedi. Sonra bana döndü:

“Adını bağışla…”

“Ömer.”

Elini ağzına tutup kulağıma eğildi:

“İyi yerden evlenmişsin. Gelin kızımın maşallahı var! Allah ağzının tadını bozmasın.” dedi.

Hiç cevap vermedim. Artık bana “Ömer’im” diye hitap ediyordu. İnsana sıcak gelebilecek o sihirli kelimeyi keşfetmişti: “Ömer’im…” Dili tatlı, ağzı ballı, lafı bereketliydi.

Sigara içmediğim için tutumlu adammışım. Çocuklarımı gezdirdiğim için horantama bağlıymışım. “Oğlan atadan görürmüş sofra açmayı, kız anadan bilirmiş biçki biçmeyi.” Daha bilmem neler neler… Küçük bir ikramı dahi beni övmek için vesile yapıyor, umulmadık bağlantılar kurarak âdeta göklere çıkarıyordu. Meğer ne çok özelliğim varmış da bilmezmişim: Efendilik bende, kalenderlik bende, misafirperverlik bende… Soylu-soplu yerden olmam ile örlü-köklü bir aileden evlenmem yine bende. Maraş’tan benim gibi mert, iş bitirici adamların çıkması ise cabası.

Bunca iltifatların sebebini doğrusu anlayabilmiş değildim.

Sağ dizini dirseğinin altında toplayıp oturuşunu değiştirdi. Yine ben sormadan o, genizden gelen boğuk sesiyle anlatmaya devam etti: Önce maldan, mülkten bahsetti. Bir zamanlar ne kadar zengin olduğunu anlattı. Fakat eli açık olduğundan, sağda solda har vurup harman savurduğunu, olan serveti kahpe karılara yedirdiğini, ama şimdi akıllandığını, her şeyin geride kaldığını söyledi. Hatta gençliğinde pavyon bile kapattığını eklemeden edemedi. Evden, bağdan, bahçeden; dönüm dönüm tarlalardan dem vurdu. Kayınpederimi şahit göstererek “Aha Ahmet Ağa iyi bilir.” diyerek görmüş geçirmiş bir insan olduğunu anlattı da anlattı.

Sahi bu adam neyi ispatlamaya çalışıyordu?  Bütün bunların benimle, doğrudan benimle alakası neydi?

“Ha ne diyordum?  Oğlanlar hayırsız, gelinler açgözlü çıktı. Baktım, daha ben ölmeden malıma mülküme göz diktiler. Ölsem sevinecekler it oğlu itler! Ölüp de sevindirir miyim sizi? Anaları öldü ya, “Baba” diyorlar, “Gel yanımızda dur.” Durmam ulan! Neymiş efendim: “Namazımı kılıp, Allah’ıma şükredecekmişim…” Bunlar adamı günaha sokarlar. Tövbe tövbe!  Yalanlar!  Evleneceğimden korkuyor hınzırlar! Bütün endişeleri mal-mülk yeni avrada kalır… Bir gün, “Evlenirim ulan!” dedim. “Ocağın yakışığı odun, evin yakışığı kadındır.  Daha benim kanım damarlarımda pıhtılaşmadı! Ananız öldüyse öyle kalacak değilim ya! Allah’ın sevgili kuluymuş ki çekti yanına aldı.”  Öyle değil mi Ahmet Ağa? Çektim restimi. Böyle dedim ya, bizimkilerde bir cayırtı koptu.

Şimdi ağız değiştirdiler. Neymiş efendim, “Bıyığı, saçı boyayıp ben aramayacakmışım da kendileri bulacaklarmış bana… Her gün kırk kapıyı değnekliyor, yulaf yemiş tok at gibi geziyor, avrat arıyormuşum(!) Beyefendilerin kulaklarına geliyor, utanıyorlarmış. Onlara bıraksam vallahi çiçek bozuğu topal bir koca karı getirip atacaklar altıma!  Büyük oğlana da söyledim: “Oğlum, benim gönlüm genç. Dünyaya iki defa gelecek değilim ya!” Yüzünü azdırdı, kalktı gitti. Ben çalışmam Hoca, hiç çalışmam! Nasıl olsa servet var; icarcı da var. Kılavlanır, bıyığı saçı düzeltir, ata biner gezerim. Güzellik ondur, dokuzu dondur. Allah aşkına ben o kadar ihtiyar mıyım yahu? Erkeği gençleştiren avrat olur. Boşuna dememişler “At sahibine göre kişner” diye. Aha kayınpederin Ahmet Ağa, çekti keklik feriği  gibi gelini aldı koynuna. Öyle gülme Ahmet Ağa, insan durdukça teneke gibi pas tutuyor yahu! Ne demişler: “Vücut kocar amma gönül kocamaz/Güzel seven âşık ihtiyar olmaz.”

İstemeden söze karışıyorum:

“Ama sonunda da Karacaoğlan, “Kocalıkta devran sürülmezimiş.” diyor. Onu niye söylemiyorsun?”

“Orasını karıştırma Hoca!”

“Bre Budak Ağa, sen hepten on beş delisi olmuşsun da haberimiz yokmuş yahu!” diyor kayınpederim. “Kırkından sonra saza başlayan kıyamette çalar. Bu acelen ne? Rahmetlinin ölümü hele senesini doldursun! Toprağı kurusun!”

Şimdi asıl şaşkınlık bendeydi. Hayır, gülme sırası desem daha doğru olur. Hanımın elindeki bardak kaydı, su döküldü. Bu öğütleri veren kayınpederim olmasa gerçekten gülmezdim. Sanki kendisi az aramış, çalmadık kapı bırakmamıştı. Hem de kayınvalidemin kırkı bile çıkmadan.

Böyle diyordum ya, kayınpederime baktıkça evliliğin insanları ne kadar normalleştirdiğini düşünüyor; altmış yaş çılgınlığının ne demek olduğunu ise Budak Ağa üzerinde çok daha iyi gözlemliyordum.

“Onu bunu bilmem,” dedi Budak Ağa. “Arkadaşsan birini bulacaksın. Bu yanına kaçıncı gelişim? Bu yük sana düşer Ahmet Ağa!”

Deminden beri anlatılanları alt dudağının kenarına sakladığı bir tebessümle dinleyen kayınpederim “hıh hıh hı” diyerek güldü. Bir garip bana baktı. Parmağı ile beni göstererek,

“Bana değil, aha buna düşüyor!” demez mi? Afalladım, şaşırdım. Hanım ve ben sanki o anki duruşlarımızla donduk. Kaşlarımın ikisi de havada.

“Bana mı?” dedim. Kayınpederimin yüzünde titreşip sönen tebessümler, hâlâ beni gösteriyordu. Doğrusu hiçbir şey anlayabilmiş değildim. Bir ayağı çukurda, aklı fikri uçkurunda, bu kart zamparanın sabahtan beri bana bunları niçin anlattığını,  kayınpederimi de alarak ta yanıma kadar niçin geldiğini, sözü nereye getirmek istediğini hâlâ anlayabilmiş değildim. Dedim ya, afalladım. Budak Ağa’nın boncuk, çipil gözleri yapış yapış üzerimdeydi.

“Aman Budak dayı,” dedim. “Ben anlamam bu işlerden. O taraklarda hiç bezim olmadı.” (Diğerine döndüm.) “Baba ne yapıyorsun sen?”

Kayınpederim, gözleri yerde yılıştı. Havaya kalkan sağ eli omuz hizasında durdu.

“Durun hele!” dedi. “Bir yanlış anlama olmasın. Suç bizde. Meseleyi baştan anlatmalıydık.” (Karşısındakine çıkışır gibi) “Budak Ağa’nın hovardalığından fırsat bulamadım ki!”

“Yok yahu Ahmet Ağa, akıllandım artık ben!”

“Sus! Gençliğinde ne harman yerleri dişlediğini ben bilirim. Çocuklarının hiç birisi sana çekmemiş.”

“Ha, bak o çok doğru. Be birader onların da hepsi ev tavuğu. Gemleri avratlarının elinde. Erkek dediğin ibiği kan kırmızı horoz gibi avurtlarını şişire şişire arada bir ötmeli, örelenip kanat çırpmalı! Ne fayda ki onların hepsini anası iğdiş etti.”

“Neyse… Şimdi mesele şu damat: Sizin bir akraba varmış. Adı Hatun… Galiba hiç evlenmemiş, yaşlı başlı bir kızmış. Bu bizimki onu görüp vurulmuş. Sormuş soruşturmuş. ‘Ahmet Ağa’nın damadının uzaktan akrabası gelir.’ demişler. Sürdü geldi. ‘Ahmet Ağa sana bir işim düştü. Hayırlı bir iş.’ dedi. Anlattı. ‘Yahu beni bu işe karıştırma!’ dediysem de dinlemedi. Geldi geldi gitti. Baktım adam narçiçeği gibi yanıyor. Vallahi ekin biçtiriyordum, sırf bunun hatırına, asker arkadaşım olduğu için işimi tarlada yarım bırakıp geldim. Elçiye zeval olmaz, sen bu işi git Hatun kıza bir çıtlat, bir konuş. Hani derler ya ‘Gelin binmiş deveye, gör kısmeti nereye.”’

“Parası pangadaymış de pangada!”

“Hay senin pangan batsın!” dedi kayınpederim.

“Variyetliymiş, ne isterse üstüne yazdıracakmış de! Nikâh mikâh her şey!”

“Sus hele sus! Kalbinin yerinde hesap makinesi mi takılı senin?”

“E, baba sustuk hadi. ‘Çocukları büyükmüş, hiç karışıp rahatsız etmezlermiş, ayrılarmış.’ de! “Kızma Ahmet Ağa, dut kurusu ile yâr sevilmez. Sen bu işleri benim kadar bilemen.”

Kayınpederim ters ters yeniden baktı. Budak Ağa, kedi görmüş fare gibi sindi.

“… Bu işe beni karıştırmayın. Vallahi beceremem ben böyle çöpçatanlığı!” dediysem de ikisi iki yandan durmadan ısrar ettiler. Neymiş efendim, “Bu hayırlı bir işmiş de. Yalnızlık Allah’a mahsusmuş da. Bu adamcağız yalnız mı kalsınmış da…” Bana ne adamdan canım! Tanımam etmem. Yüzünü dahi ilk defa gördüğüm eciş bücüş, boyalı cilalı bir adam;  aniden karşıma çıkıyor ve bana dünür git, diyor. Allah Allah, olacak iş değil!” Israr ısrar… Bu ısrara bizim hanım da katılmaz mı? “Amma da nazlanıyormuşum da, kırk yılda bir işe yarayacakmışım da, benim de oğlum, kızım, babam varmış da… Belki de büyük sevap kazanırmışım da, Budak Ağa ile hısım olacakmışım da!” Daha bilmem neler neler…

Baktım kaçış yok. İşin ucunda kayınpederim de var. Yaşlı başlı adam… Tarladaki işini bırakıp ta ayağıma kadar gelmiş. Nihayet kötü bir “Olur.” çıktı ağzımdan. Budak Ağa’nın sevincine diyecek yoktu. İki de bir ağzından “kayınço mayınço” gibi laflar kaçırması yok muydu hani. Öyle gıcık oluyordum ki! Neyse ki kayınpederimin zamanında “Hişşt!” çeken müdahalesiyle sesi çabuk kesti.

Yüzümden düşen bin parça.

Demek şu karşımda deli dana eti yemiş gibi gözleri fıldır fıldır dönen, buzağı kazığı yapılı kart herifin sabahtan beri zenginlikten dem vurması, bana akıl almaz iltifatlarda bulunması boşuna değilmiş. Ben şimdi bu adam için Hatun teyzeme dünür gideceğim. Fesuphanallah!

Baktım, kayınpederimle yeni bir sigara daha tellendiriyorlardı.

– Budak dayı,” dedim.

“Söyle kurban!” dedi içten candan.

“Bu Hatun teyzem, ancak dinozor gibi iri bir kızdır. Birbirinize hiç denk düşmezsiniz…”

Yere düşüp kırılan ekşi bir nar gibi açıldı ağzı, güldü.

“Yeğenimin de düşündüğüne bak,” dedi. “Öküzüm iri olsun da çift sürmezse sürmesin.  Ne demiş Karacaoğlan:

“Uzun boylu olsun, cansız olmasın,  

Beyaz tenli olsun, kansız olmasın,  

Güleç yüzlü olsun, densiz olmasın,  

Böyle bir yosma ver gönlüm eğlensin.” 

Bu adam galiba tahmin ettiğimden de hızlıydı.

“Bre yeğen ne çil çil bakıyorsun bana öyle,” dedi. “Yengece sormuşlar: ‘Niçin yan gidersin?’ demiş: ‘Serde kabadayılık var.’ Okuntu oğlağı gibi olduğuma bakma sen benim. Bende daha çok iş var!”

“Nasıl yani?”

“Mesela… Karşımdan gelen bir dilberin kadın mı, yoksa kız mı olduğunu bir bakışta anlarım, yürüyüşünden bilirim ben.”

“Yapma yav!” dedi kayınpederim. Gözleri çakmak çakmak biraz daha yaklaştı.

Budak Ağa’nın alt dudağı sağ kulağına doğru gerildi. Ekâbir gülümsedi.

“Bilirim işte! Sadece onu değil, hamile bir kadına şöyle bir bakayım, karnındaki dölün oğlan mı, kız mı olduğunu dahi bilirim!”

Hayretim daha da büyüdü. Gözlerim iri iri olmuştu.

“Yaa!” dedim.

İşte tam o an hiç olmayacak bir şey oldu: Bir lastik taşı geldi, Budak Ağa’nın şakağının üzerine “çat” diye değdi.

“Ah, yandım anam!” dedi. Eli alnında, olduğu yere kapandı. Baktım az ötede elinde kuş lastiği bizim oğlan durmuyor mu? “Git oradan!” diye işaret ettim fakat Budak Ağa’nın kaşının üzeri ceviz gibi şişmişti. Ben, elimde mendil, yumru-kızarık yere pansuman yaparken o hâlâ alttan yukarı anlatıyordu:

“Hoca sen beni tanımazsın. Mesela bana bir sepet yumurta getir, güneşe tutup şöyle bir bakayım; horoz mu, yoksa celfin mi olduğunu kesin anlar, teker teker ayırırım!”

Böyle bir anda niçin kıs kıs güldüğümü, az ötede çay demlemekle uğraşan bizim hanım hâlâ anlayabilmiş değildi.

* * *

Kabul etmeyeceğini bildiğim halde, sırf verdiğim sözü (kutsal görevi) yerine getirebilmek için ertesi gün gidip -mideme sancı krampları girerek- söyledim Hatun teyzeme. Ancak olur ya, vebal altında kalmamak için de bana anlatılanları, hatta bende kalan intibaya varana kadar aktardım. Sonunda “Karar senin Hatun teyze.” dedim.

Uzun, sarı, söbe çenesinin altında bir çene daha oluştu. Sigaradan sararmış dişlerini gördüm. Yılışmıştı. Beyazı fazla, iri bir çağlayı andıran göv gözlerini bana çevirdi. Tereddüt dahi etmeden “Tamam,” dedi. “Evlenirim.”

Önce şaka yapıyor sandım. Baktım yüzünde şakadan eser yoktu. Hayret ettim. En azından “Düşünmeliyim” diyebilirdi. “Bu işler ha deyince olmaz, bana zaman tanı.” diyebilirdi. Hiçbir ihtiyat payı dahi bırakmadan, araştırmadan, bir sürü konuşulacak meseleden hiçbirini konuşmadan “Evet.” demesine gerçekten hayret ettim. Şaka yapmış olamazdı. Bu kadar mantıksız olamazdı. “Gençtir, toydur” desem yaşı elliyi geçmişti. “Cahil” desem hiç değildi. Aklı dünyaları tartar, değme erkekleri suya götürüp susuz getirirdi. Yoksa bunca yıl yalnız yaşamak Hatun teyzemin canına tak mı etmişti? Dışarıdan geldiğinde evde bir erkek sesi, bir erkek kokusu mu olsun arzuluyordu? Ama ben istiyordum ki, şimdiyi kadar niçin evlenmediğini herkesten gizleyen, hiç kimseyi beğenmeyen, evde kalmış, tohuma kaçmış bakire bir kız olarak kocayan Hatun teyzem mantıklı bir evlilik yapsındı. Belki de farkında olmadan onu en hassas, en zayıf, en gizli yerinden vurmuştum. Öyle ya, bazen çok güçlü gibi gözüken insanlar, bilmediğimiz, keşfedemediğimiz nice zayıf yönlerle doludur.

Sesi yeniden duyuldu:

“Ancak şartım var!”

“Şart mı? Ne şartı?”

“Bir tek şart!”

Elini ağzına tutarak o “bir tek şartı” kulağıma fısıldadı. Önce utandım. Galiba hafiften kızardım. Sonra kendimi tutamayarak kahkahalarla güldüm. Ben gülerken o sadece ayakuçlarına bakıp tebessüm etmişti. Hatun teyzem gerçekten çok zeki idi.

* * *

İncecik boynunun üstünde kurumuş kırışmış iri bir su kernibi gibi duran kafasını döndüre döndüre, gözlerinde bin bir soru, kayınpederime soruyordu:

“Kurban olam Ahmet Ağa, bu şart ne ola ki?”

“Valla avrat işine pek aklım yetmez Budak Ağa. Mal mı desem, mülk mü desem? Üzerine yazdırılacak ev mi desem? Belki dirseklerine kadar bilezik, belki de resmi nikâh istiyor. Kocamış da olsa kızoğlu kız alıyorsun sen Budak Ağa! Altından öyle kolay kolay kalkamazsın!”

“Sarımsağın hesabını yapan paça içemez. Hepsi kabulüm. Ne bileyim yine de içime bir kurt düştü işte.”

“Bunların hiçbirisi değilmiş,” diyorum.

Kafası iyice karışıyor. Eli bileğimde, sulu, mavi gözleri bir şeyler arar gibi yüzümde, “Kurban olayım Hoca Efendi, dilinin altında bir şey varsa söyle! O değil, bu değilse; bunun ‘bir tek şartım’ dediği ne ola ki?”

(Hatun Teyzeme verdiğim söz gereğince bildiğim halde mahsus açıklamıyorum.)

“Bana söylemedi Budak dayı. Kendine dünür geleceğiniz günün akşamı açıklayacakmış. Eğer şartını yerine getirebilirsen ‘Evet.” deyip o gece seninle gelecekmiş.”

“Fesuphanallah!” Elinde bir çubuk, çömeldiği yerden toprağın karnını dürtükleyip duruyordu. “… Yahu Ahmet Ağa bu?” dedi ve sustu. Göz ucuyla bana bakıp penguenler gibi birbirlerine biraz daha sokuldular. Her ikisinin de gözleri ay ışığında yanan hırsız kedigözleri gibi parlıyordu. Aralarında bir şeyler fısıldayıp kahkahalarla güldüler.

* * *

O akşam dünür odası epeyce kalabalıktı. Sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Yakın akraba ve komşu evin erkekleri duvar diplerine serili kalın döşeklere oturmuş, sırtlarını dantelalı beyaz yastıklara dayamışlardı. Hatta kapı diplerine ilişen, “İçeriyi dumana boğdunuz!” diye sokranan kucağı çocuklu (akraba) kadınlar bile vardı. Çoğu kendi aralarında mırıltılı konuşurlarken, erkekler karşılıklı yârenliklerde bulunuyorlardı. Bugüne kadar önüne çıkan nice kısmetleri akıl almaz bahanelerle reddeden, bu yüzden evde kocayıp kalan Hatun kızın kısmeti yıllar sonra işte yine açılmıştı. İnşallah bu defa burnunu kıvırmayacak, kırk yılda bir önüne çıkan böyle zengin bir kısmeti geri çevirmeyecekti. Herkes böyle düşünüyordu. O meçhul şart yerine gelirse, aşağıda Budak Ağa’nın Chevrollet’inin bagajında bekleyen sini sini baklavalar yukarı çıkacak, bu gece Hatun kızın mürüvvetini görmüş olacaklardı.

Herkeste heyecanlı bir bekleyiş vardı.

Budak Ağa, kâh bağdaş kuruyor  kâh dizüstü oturuyor, ortaya attığı Marlboro paketinden çektiği sigaraların birini söndürüp, diğerini yakıyordu. Şapkayı yine yana yıkmış, saçı ve bıyığı kömür karası boyatmıştı. Fakat kafası epeyce karışık ve düşünceliydi.  “… Acaba bu tek şart ne ola ki?” Gözleri iki de bir az sonra içeri gelmesi beklenen Hatun teyzemin gireceği kapıya gidip geliyor, o “mavi gece”yi düşündükçe yüzünü kan basıyor, derin derin soluyor, sabırsızlanıyordu. O gün için yelekli lacivert bir takım giymişti. Hatta çiçekli, bahar rengi bir de kravat bağlamıştı. Ceketinin döş cebine ise kırmızı bir karanfil sokmuştu. Odayı dolduran ağır esans kokusu ise ondan başkasının olamazdı. İçindeki “şart” endişesi sürekli kafasını kurcalıyor, gözleri sabit noktalarda dalgınlaşıp küçülüyordu. Yanında sadece büyük oğlunu getirmişti. Gözleri yerde, hemen hiç konuşmuyor, babasının solunda dizüstü oturuyordu. Diğer yanında ise kayınpederim.

Nihayet Hatun teyzem kapıda gözüktü. İçeride bir dalgalanma oldu. Buğday rengi saçlarını genç kızlar gibi arkasında topuz yapmış, o gün için beyaz bir fistan giymişti. Sadeydi. Dolgun bir inek memesini andıran yüzü hafiften süzülmüş gibiydi. Damadın yanına buyur ettilerse de o sadece kapının hemen yanını tercih etti. Verilen sandalyeye ellerini önünde kavuşturarak oturdu. Süzülmüş çehresine rağmen katı değildi, soğuk değildi. Hatta bazı kadınlarla göz göze geldiğinde kadıncıl-anlamlı gülümsüyordu. Herkes gülümseyen o çehreden umutlandı.

“Bu iş bu akşam bitecek.” dendi. Budak Ağa bile rahatladı. Üzerindeki beyaz elbiseyi dahi hayra yordu. Onu kanatlarını açmış iri bir meleğe benzetti. Beyaz, mutluluk demekti, aydınlık demekti. “Galiba şart meselesi bir cilveydi.” dedi içinden. Yılkısını çileden çıkaran bir kısrak cilvesi! Hatun teyzemde yapışıp kalan mavi boncuk gözleri sıcak ve alevliydi. Yıllarca boş kalan verimli bir tarlaya bakar gibi bakıyordu. “Bu tarla bel ister, sürmek ister.” dedi içinden.

Az sonra kayınpederimin sesi duyuldu:

“Hatun kızım, söyle bakalım ne imiş bu tek şartın?”

“Şartım…” dedi, durdu Hatun teyzem. Herkes ona bakıyordu. Bütün sesler kesildi, bütün nefesler tutuldu. “Evet, tek şartım var.” dedi yeniden ve tane tane ekledi: “Eğer Budak Ağa şurada tek ayağının üzerine kalkar, düşmeden yıkılmadan havadaki ayağına çorap giydirebilirse bu akşam beni alsın götürsün. Yoksa kısmetini başka kapıda arasın.”

Ortalıkta önce bir şaşkınlık, sonra yeniden bir dalgalanma oldu. Yanlış duymamışlardı. Buna rağmen birkaç kişide jeton geç düştü. Çoğu Hatun kızın ne demek istediğini iyi anlamışlardı. Bu bir çeşit imtihandı. Cinsel bir test… Oturanlardan bazıları gülmeye başladı. Hatta Budak Ağa’nın oğlu bile gözleri yerde gülümsemişti. Damadın yüzünde donmuş katı bir tebessüm, ağzı yarı açık, bir ona, bir buna bakıyor, ne yapacağını kestiremiyordu. “Demek kahpe kendisini geçkin bulmuş, şüphelenmişti ha!  ‘Çürük tahta çivi tutmaz.’ demeye getiriyordu ha!”  Kalkmaması düpedüz erkekliğe leke sürmekti. Kayınpederim dürttü:

“Durma, hadi kalk!”

Sesler çoğalıp yükselmeye başladı:

“Hadi göster kendini!”

Nihayet Budak Ağa ürkek bir tavşan gibi ortaya fırlayıverdi. Ceketi çıkarıp külhanbeylere has bir eda ile çaldı yere. Gevrek gevrek güldü:

“Bundan kolay ne var yahu!” dedi. “İstediğin şart bu olsun. Bende daha çook iş var! Evelallah iliğim sağlam benim! Heh he!”

Çoraplarını bir çırpıda sıyırıp çıkardı. Pantolonunun paçalarını dizlerine kadar sıvadı. Çoraplarından tekini iki eline aldı. Sağ dizini tek ayak üstünde duran leylekler gibi çekti göğüs kafeslerine. Poturlu bacakları soyulmuş kavak tahtaları gibi incelmişti. İlk hamleyi yaptı fakat ayak bir türlü girmiyordu çoraba. Çok geçmeden dizi titremeye başladı. Eyvah, sek sek oynayan çocuklar gibi duramıyordu yerinde. Bunu antrenmansızlığına, deneyimsizliğine yordu. “Yoksa güçlüyüm.” diye geçirdi içinden fakat bu takatsizlik niyeydi? Kararlı bir “Giyerim!” lafı döküldü dudaklarından. O azimle ikinci bir hamle yaptı. Bir anda ayak boşa, kendi sağa gitti. Körkütük yıkıldı ortaya. Oturanlar bir gol heyecanı içinde bağırdılar: “Vayyy!” Bu arada gülmekten yere yatanlar, döşünü tutup yüzünü yanındakinin sırtına saklayanlar, hatta altına kaçıranlar oldu. “Olmadı olmadı, yeniden!” diye bağıranlar vardı. Budak Ağa patlayıp sönen sesler arasında kıpkırmızı olmuştu. Yüzüne sanki gerdeğe giremeyen iktidarsız bir erkeğin korkunç mahcubiyeti oturmuştu. Şok içindeydi. “Olmadı olmadı, yeniden!” sesleri ortalığı çınlatıyordu. “Ayağım mı kaydı ki?” diye geçirdi içinden. O umutla yeniden kalktı.

Budak Ağa, bu defa daha kararlıydı. Yeniden daldı ortaya. Peşrev yapan güreşçiler gibi gitti geldi. Su gibi tere battığından bıyığı, saçı zeytinyağı dökmüş gibi parlıyordu. Dudakları kımıl kımıl, yeniden tek ayağını çekti yukarı. Daha düzgün durdu. İki elinin başparmaklarıyla çorabın ağzını öfkeyle yırtarcasına açtı. Eyvah, yine sek sek oynamaya başlamıştı. Ama çabuk düzeltti. Durdu. Kımıldamıyordu. Bu son şansıydı. İçinden Allah’a dua etti: “Bu nasıl bir imtihan Allah’ım? Kahpenin kızına karşı hecil etme beni!” dedi. Ne pahasına olursa olsun giymeliydi bu çorabı. Zaten yeterince rezil olmuştu. İşin ucunda “Sarı Kız”ı kaybetmek de vardı fakat yine takati kesilmeye başlamıştı. Üzerinde durduğu ayağı zayıf bir cereyana verilmiş gibi titriyordu. Beline ise sanki kurşundan tonlarca ağırlık çökmüş, hançer yarası gibi bir ağrı saplanmıştı. “Bana göz ettiler.” diye geçirdi içinden. Koltuğunun altındaki mavi boncuğu hatırladı. Herkes pürdikkat kendisine bakıyordu. “Ha gayret, ha gayret!” diyorlardı. Şu melun ayak bir türlü girmiyordu çoraba. Yoksa ayağının taraklı oluşu mu engeldi? Birden gözleri karardı, başı döndü. Alt dudağını ısırıp bu defa çorabın ağzını öyle bir açtı, öyle bir sündürdü ki neredeyse yırtılacaktı. Gelebcin balığının ağzı gibi olan boşluğa ayağını var gücüyle itti fakat işte ne olduysa o anda oldu. Budak Ağa’nın ağzından kırmızı beyaz renkli at nalı gibi bir şey fırladı yere.

“Ahah!” dedi oturanlardan biri. “Adamın takma dişi düştü valla!”

Demeye kalmadı, Budak Ağa kıç üstü “küt” diye düştü yere. Ayakları havaya geldi. Tutmasalar az kalsın duvara çarpacaktı. Kendini zor toparladı. Çorap başparmağının arasına geçmişti. Altına yapmış çocuklar gibi bel bel bakıyor, göğsü demirci körüğü gibi şişip şişip iniyordu.

“Bre Budak Ağa, pilin bitmiş senin yahu!”  dedi kayınpederim. “Al şu takma dişini de kalk gidek, kalk! Rezil ettin bizi!”

Hatun teyzem çoktan terk etmişti odayı. İçeride sadece acı bir duman, çınlayan kahkahalar ve kirli çay bardakları kalmıştı.

* * *

Dönüşte Budak Ağa’ya ilk defa üzüldüm. Arabanın arka sağ kenarına suçlu, küskün, zavallı bir çocuk gibi büzülmüş, yüzü camda hiç konuşmuyordu. İdam emri yüzüne okunan mahkûmlar gibi çökmüş, ufacık kalmıştı. Korkunç bir depremi yaşadığı kesindi. Derin bir iç çekişten sonra yine sessizliği kendi bozdu:

“Karacaoğlan der ki bakalım yüze, 

Mevla’m hûb yaraşmış o benler yüze, 

Çokça heves etme kocamış kıza, 

Naz etmesin bilmez küsken gül olur.”

Bir sigara istedi. Yakılıp uzatıldı. Daha ilk nefesten sonra “Arabayı durdurun!” dedi. Herkes, önce ona, sonra birbirlerine baktı. Nihayet dediği yapıldı. Sağa çekilip durduruldu araba. İndi. Hepimiz indik. Ay, turuncu bir portakal aydınlığında yumuşak ve ipeksiydi. O tekerlenen turuncu aydınlığa doğru birkaç adım ilerledi. Önü uçurum olan bir taşın üzerine sırtı bize dönük oturdu. Yüreğimiz ağzımızda. Sigarası bitene kadar hiç konuşmadı. Geceye karşı yanık bir ses, bir türkü yükseldi:

“Bir yiğit de bir güzeli severse, 

Emrettiği yere hemen gelmeli. 

Ardına düşmeyle güzel sevilmez, 

Güzelleri koşup koşup bulmalı.

                        ***

Dolandım dağları borlara düştüm, 

Kız senin derdinden od’lara düştüm, 

Çaresi bulunmaz dertlere düştüm, 

Dostunun derdine ortak olmalı.”

 

Kalktı, geldi. Yüzünde yorgun bir tebessüm vardı:

“Bu dünyaya doyamadım çocuklar!” dedi. “Demir tavında dövülür, dilber çağında sevilirmiş.” Şoföre döndü: “Beni bir pavyona götür! Gidelim sür!”

 

Necdet Ekici

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler