SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Cemrelerin sıcaklığıyla uykudan uyanan tabiat ana, rahmetin bereketiyle rengârenk giysilerini giymiş görücüye çıkmıştı. Renklerinin sarmaş dolaş olduğu, bayram coşkusunun yaşandığı kırlar, ovalar cennet rengine bürünmüştü. Dinlenen, dinçleşen her bir ağaç çeşitli renk ve biçimde çiçeklerle bezenmişti. Kış mevsiminde toprağın sinesine tutunup istirahate çekilen tohumlar baş vermiş, yemyeşil çayır ve bahçelerde; nergis, sümbül, gelincik, papatya, dağlalesi, müge, ballıbaba ve yıldız çiçekleri açmıştı. Sulak yerlerden fışkıran gür yeşillik, çiçeklenen dallardan gelen rayiha, çığırtkan kuşların sesi, bahar havası insanları doğaya çağırıyordu…
Ruh ve bedenin uyanışı, yaşama sıkı sıkıya tutunuşu olan ilkyazın kışkırtıcı davetine uyan yaşlı kadın; elindeki bastona yaslanarak yavaş adımlarla bahçeye doğru yürüyordu. Her bir yeşilliğin yanında oyalanıyor, suya doymuş toprağın amber kokulu buğusunu kış boyunca isli hava solumuş ciğerlerine boca ediyordu. Bahçedeki badem ağacının altına bağdaş kurup oturdu. Epeydir ayağı toprağa değmemişti. Çoraplarını çıkartıp nemli ve ipeksi çimlere dokundu. Yere düşen badem çiçeklerini kokladı. Kelebeklerin, arıların uçuşunu, kuşların oynayışını seyretti uzun süre. Nicedir ısıtamadığı sırtını güneşe vererek ısıttı. Çehresi berraklaşan köyünün bağ ve bahçelerinde, mezarlıkta gezindi nemli gözleri. Taze yeşillik kokan havayı kokladıkça kararan ruhunun kalaylandığını hissetti…
Uyuşan ayaklarını toparlayıp ayağa kalkmak istedi, sendeledi. Tekrar hamletti, acemice yaptığı davranışlar fayda vermemişti. Hareket ettikçe gözleri kararıyor, dik durmakta zorlanıyordu. Yüreği göğüs kafesine dar geldi, boğazı bir devin hışmına uğramışçasına sıkılmaya başlanınca titrek sesiyle birkaç kez yardım istedi. Dilinde bir acılık, gözlerinin önünde uçuşan belirsiz gölgeler, bedeninde bir hafiflik hisseden yaşlı kadın yılgınlıkla uzanıverdi yeşilliğin üzerine öylesine…
İçindeki fay kırıklıklarını, ünlenmemiş sedalarıyla harmanladı. Çivisi oynak, çıkış kapısı aralık bu handa; kaybolmuş ömrüne yanmayı bırakıp en temiz duygularının kırılgan zincirlerini gevşetti keçeleşmiş elleriyle… Ateşle buz arasında kalmış bir dağlanıp, bir üşüyordu. Gerilmiş bedeni kendiliğinden gevşeyiverdi. Tüm hücrelerinde hissetti uykunun ılımlı sükûnetini. Dümen suyuna ram oldu yavaşça. Köpükten bir yelpaze bırakarak arkasında… Akan suyun saydamlığında gezdirdi yosun rengi menevişli gözlerini. Bakışlarında sanki derin suların karanlık ifadesi, yüreğindeki volkanın patlamak üzere olduğunun işaretleri seziliyordu. Parmaklarını suya değdirdi, aktıkça içinde biriktirdiklerini alıp götürüyordu… Burukluklarını, öfkelerini, üzerine tuz basılmış gizli yaralarını…
Törpülenmiş sivri çıkışlarını anımsadı, hayatla pazarlık yapılmayacağını özümsemiş güz gülleri gibi kavruk ruh hâliyle… Görünmez bir mürekkeple yazılmış yazı gibiydi, yumuşak tabiatıyla yaptığı katmerli emekleri… Karanlığın duvarına dayanmış düşlerinin ve düşüncelerinin geçidine kapıldı. Yaşadıklarının / yaşayamadıklarının ruhunda bıraktığı tortularla uzak geçmişine doğru yol aldı…
Gelişen vücudu ruhunda esen değişim rüzgârlarıyla yarışa girmişti sanki Hüsna’nın. Henüz on altısında ya vardı, ya yoktu. Babasıyla yaylalarda dolaşır, yanık sesi koyaklarda yankılanırdı. Dokununca soluverecekmiş gibi duran kızıl gül goncası dudaklarında sebepsiz beliriveren hınzırca gülüşler yeniyetme hallerine şahitlik ediyordu. Gamzelerinde soluklanan pembe / beyaz tomurcuklar; sırtını iki belik halinde döven kınalı saçlarının çevrelediği çilli yüzüne tanrıça saflığı nakşediyordu.
Uzun kış gecelerinin birinde alacakaranlıkları gittikçe devleşen öfke nöbetleri halinde aydınlatıp gümbürtüleriyle korkuları kamçılayan bir afatta boğulan ağıtlara; yazgısına doğuştan öksüzlük mührü vurulmuş cılız bir ses karıştı… Göbeği kesilmeden sıcacık bir nefes gibi içine çekeceği nafakası kesildi garibin… Boyunlar büküldü. Gözlerden yaşlar indi, seslerin içinden sessizce… Yürekler dağlandı alaz alaz. Azrail’le düğüne gider gibi yitti, gitti anacığı… Renkler asılı kaldı alaimisemada rüya ile uyanıklık arasında… Kurşun gibi ağırlaşmış yüreklere telaşlı sesler ses verdi, ruhsuz gölgeler can buldu usul… Usul… Taze acılarının arasında, cevabını kimsenin bilemediği bir soru düştü zihinlere:
“Bu çocuk anasız nasıl büyüyecek?”
Seydi Ahmet Ağa mal, mülk sahibiydi. Otlaklarda yayılan sürüleri, kışlalarda meleşen koyunları vardı. Tarla ve bahçelerinin ise ucu, bucağı gözükmüyordu… Mallarına çobanlık yapan Behram’ın kızı Hüsna’yı, o yıl içinde kendine gelin ediverdi. Yediveren gülleri gibi en verimli çağında, büyüyemeden küçülüvermiş çocuğa analık yaptı Hüsna Gelin… Yüreği merhamet dolu köy güzelinin yarattığı ılımlı iklim, kocasının yeni yetişen oğullarına tesir etmedi… Sözsüz konuştular uzun süre. Tek amacı hayatı birlikte solumaktı ne çare… Çoğu kez gözyaşları kurudu çocuksu yüzünde. Uykuları delik, deşikti. Gücü ise delice… Marazlı kocası, talihini değiştirdiği bebesinden yana şanslıydı şükür. Doğuştan kanatları koparılmış ürkek kuş palazlanmıştı artık. Ağabeylerinin aldırmaz, eğreti bakışlarına kanıp havalanıyor önüne attıkları sevgi kırıntılarından nasiplenmeye çalışıyordu. Boy veren zehirli sarmaşıklar etrafını kuşatıyor, esnek davranışları sert kayaya çarpan mermi gibi hummalı çalışmalarını un ufak ediyordu…
İçlerinde idare lambasının cılız ışığı kadar izan olmayan oğulları, kof köpük gibi gördükleri analıklarının her gördükleri yerde damarına basıyordu. Gittikçe dozu yükselen kırıcı ve aşağılayıcı davranışları tüm benliğine sinip katran karası lekelerle çörekleniyordu yüreğinde. Kirpiklerinde donan yaşlar uyuyan yılanın içindeki zehri koyultup öldürücü darbenin fitilini ateşliyordu… Milim milim düze çıkmayı beklerken…
Ufaktan başlayan ağız dalaşı gittikçe şiddetini artırınca yorulmuş bedeni ve frenlemeye çalıştığı yabansı huzursuzluğu gün yüzüne çıkmış öfkenin bulaşıcılığıyla hiç istemediği bambaşka dünyalara sürüklenmişlerdi. Bağışlanmayı bile beklemeden koşar adımlarla uzaklaştılar baba ocağından bir daha dönmemecesine…
Mülayim kocasının yorgun yüreği çözülmesi gereken düğümü çözememenin çaresizliğiyle kaskatı kesiliverdi bir gecenin sessizliğinde… Çığın altında bırakarak karısını ve bebesini…
Yosun gibi… Ot gibi yaşadı yıllarca, ruhsuz ve neşesiz sadece oğlu için…
Kapıya gelen çift jandarmadan aldı yazgıların en kötüsünü… Gururluydu ama… Göğsüne taktığı madalyanın ve kendisine verilen payenin erinciyle…
Gözlerinde bir çakım, nefesinde çatallanma, yüreğinde bir serçe ürpertisi hisseden Hüsna ana; billur kumlu tarlaların içinden koştu… Kuşlar havalandı, tüllenen gökyüzüne doğru…
Fatma Türkdoğan