SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
GÖNÜL FENERİ
Gözlerim kapalı, kalbim uyanık…
Gece lambasının kızıl kör ışığı ortalığı aydınlatmaya yetmiyor.
Torunum Altınay’ın, geceleri hiç ses çıkarmayan, uslu uslu uyuyan kanaryasında bir huzursuzluk… Huzursuzluk ne ki hiç duymadığım bir ses tonuyla ötüyor, kendini tel kafesin içinde duvardan duvara çarpıyor. Sanki kafese bir kedi eli uzanmış da onu yakalamaya çalışıyor.
Ayaktayım. Işığı yakıyorum. Saate bakıyorum: 04.16…
“Korktun mu meleğim? Nedir bu telaş? Ne oldu sana?”
Göz bebekleri büyümüş, tel duvarlara sımsıkı yapışıyor. Demeye kalmıyor, yerin yedi kat altından gelen korkunç bir uğultu… Sanırsın ağzından alevler fışkıran bir ejderha gelip siteye dayanmış. Kanarya sürekli ötüyor. Gagasıyla çat çat telleri dövüyor. Gür bir kanat şakırtısı içinde kafesten çıkmak için çırpınıyor. Her şey saniyeler içinde oluyor.
Dev kayalar sanki çarpışarak çatırdıyor ya da yanı başımızdaki yoldan yüklü bir tır, yeri titreterek geçiyor. Ev beşik gibi sallanmaya başlıyor. “Eyvah! Deprem!” diyorum. Sallanmanın şiddeti gittikçe artıyor. Beton kirişler çatırdıyor, duvarlar yerlerinden oynuyor. Tavan üstüme üstüme geliyor. Dengemi kaybediyorum. Bilemediğim bir güç karşı duvara çarpıyor beni. Evin halısı denizler gibi dalgalanıyor. Sanırsın ki koca apartman bir yayın üzerinde inip kalkıyor. Şaşkınım. Ölüme hiç bu kadar yakın olmamıştım. Sırtımdan aşağı soğuk bir ter boşanıyor. Hayat saniyelere sığar mı? Bir ömür geçiyor gözlerimin önünden. Çocuklarım geliyor gözlerimin önüne. Kendimi çabuk toparlıyorum. Bakıyorum, eşim ve torunum hâlâ yataktalar. Eşime sesleniyorum:
“Deprem oluyor, kalk!”
Bu şok haberle eşim şaşırıyor:
“Bismillah, bismillah! Allahu ekber, Allahu ekber! Allahım, Allah’ım sen koru bizi!”
“Sakin ol! Sakin ol! Panik yapma! Çocuğu uyandır! Şimdi geçer!”
Geçmiyor. Saniyeler uzuyor, saat oluyor. Ejderha, korkunç bir homurtuyla mutfağa giriyor. Tabakları şangır şangır yere çalıyor. Sadece mutfakta değil, aynı anda bütün odalarda hayalet gibi dolaşıyor. Duvarları görülmemiş bir güçle zorluyor. Kırmadık dökmedik bir şey bırakmıyor. Babaannesiyle yatan torumum Altınay, acı bir çığlıkla uyanıyor. Olağanüstü bir şeylerin olduğunun farkında:
“Babaanne! Korkuyorum!”
Eşim, çocuğa sımsıkı sarılıyor.
“Korkma canım. Bak ben senin yanındayım.”
Ağzında dualar, yakarışlar.
Ejderha durmuyor. Odaları dut silker gibi sarsıyor. Ne olduğunu bilemediğim devrilme, düşme sesleriyle ürperiyorum.
Altınay ağlıyor. Kanarya durmadan ötüyor.
“Acele et! Hemen dışarı çıkalım.”
Bir avize patlıyor tepemde. Cam kırıklarının içindeyim. Kitaplar savruluyor başıma. Şaşkın şaşkın bir öteye bir beriye savrulup duruyorum. Telefonumu arıyorum. Telefonum koyduğum yerde yok. Nihayet yerde kırmızı bir sinyal… İlaçlarımı bulmak mümkün mü? Bir an önce eşimi ve torunumu alıp dışarı çıkmalıyım. Ejderha boş durmuyor. Karşı duvarı bir bisküvi gibi kırıyor. Ürperiyorum. Ortalığa yanık bir kablo kokusu yayılıyor. Ayağımın altından sanki bir halı çekiliyor.
Altınay’ın sesi yeniden duyuluyor:
“Babanne, kanaryamı istiyorum.”
O telaş içinde eşime sesleniyorum:
“Telefonunu yanına al.”
“Koyduğum yerde yok. Kayıp gitmiş.”
Ejderha durmuyor, ejderha kuduruyor! Duvarlar damar damar çatlıyor. Çatlaklar büyüyor. Elbise dolabı karyolanın üzerine büyük bir gürültüyle devriliyor. Kıl payı kurtuluyoruz.
Elektrikler kesiliyor. Ortalığa zifiri bir karanlık düşüyor. El yordamıyla ceket gibi bir şey buluyorum. Bir kolum tamam, diğer koluma bir türlü geçmiyor. Öfkeyle kaldırıp atıyorum. Kapıdayız. Aman Allah’ım çelik kapı açılmıyor. Bütün zorlamalarıma rağmen açılmıyor. Depremden kasıldığı kesin. Birkaç kez güm güm vuruyorum. Dışarıda sesler var ama kimse bakmıyor kapıya. Ben vurmaya devam ediyorum. Karanlıkta görmesem de hissediyorum. Ejderha, büyük bir homurtuyla bize doğru yaklaşıyor. Eşim ağlıyor. Altınay ağlıyor. Birbirimize sarılmış vaziyette bekliyoruz. Ölüm ve çaresizlik… Beton duvarlar arasında karanlığı solumak. Hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğunu hissetmek… Sürekli Allah’ı hatırlamak… Ve ondan yardım dilemek… Umut, Kafdağı…
“Hakkını helal et!” diyor eşim.
“O nasıl söz? Helal olsun canım! Korkma! Kurtulacağız inşallah!
Altınay, hüngür hüngür ağlıyor.
İkimiz de biliyoruz ki kurtulmamız çok zor. Kırılan dökülen beton duvarlar arsında çelik bir kafes içine hapsolmuş, ölümümüzü bekliyoruz.
Nihayet bir çat sesiyle kapıyı açıyorum. Kendimizi dışarı zor atıyoruz. O sırada kanaryanın sesi yeniden duyuluyor:
“Çilirink! Çilirink! Çilirink!”
Sanki “Beni burada bırakıp nereye gidiyorsunuz?” diyor.
“Dede kanaryam…” diyor Altınay son kez.
Can havliyle kapıyı çekiyorum.
Eşimin bileği sımsıkı elimde… Altınay kucağımda. Karanlığın içindeyiz. Müthiş bir izdiham… Merdivenleri cep telefonunun sınırlı ışığında düşe kalka iniyoruz. Merdiven karanlık bir dehliz… Merdiven inmekle bitmeyen bir gayya kuyusu… İnsan bedenlerine çarpıyorum. Herkes panik içinde… Uyaran kalın bir ses merdiven boşluğunu dolduruyor: “Aşağı inin. Apartmanı derhal boşaltın. Evlerden çıkın! İçeride kimse kalmasın!” Herkesin ağzında dualar. Sağım uçurum, solum uçurum, önüm uçurum.
Karanlığın içine, paldır küldür dökülüyoruz. Eşimin eli, elimden kayıp gidiyor. Eşimi kaybediyorum. Birkaç kez adıyla sesleniyorsam da duyurmak mümkün mü? İşte o an ayaklarıma yarı canlı, yumuşak bir şey takılıyor. İnleyen sesler çıkarıyor: “Iğğ!” Ürküyorum. Bir köpek yavrusu olmalı. Basmamak için dikkat etsem de arkamdan gelenler farkında olmadan basıyorlar. O yarı canlı kütle acıyan, ağrıyan garip sesler çıkarmaya devam ediyor: “Iğğ! Iğğğğ! Birkaç basamak daha aşağıdayım. Merak edip telefonun ışığında bakıyorum. Aman Allah’ım, ayakları karnına yapışık, tortop, yarı çıplak, felçli, ihtiyar bir adam… Herkes sağlam ayaklarıyla inemezken o nasıl merdiven basamaklarına kendini atmış, bilmem nereden ikinci kata kadar sürünerek inmiş, bilmiyorum. Tepelemişler. Güç bela geri dönüyorum. “Gel.” diyorum,“Gel!” Zaten eti ne budu ne? O hâlâ iki eliyle başını saklıyor. Belli ki çok korkmuş. Altınay’ı indiriyor, onu kucağıma alıyorum. Altınay’ın eli elimde, dış kapıya doğru yürüyoruz.
“Amca sen kimsin? Kaçıncı katta oturuyorsun? Buraya kadar nasıl indin?”
Yine aynı ses:
“Iğğğ!”
Öyle ya, ne demişler: “Dünya tatlı, can aziz.”
Apartmanın dış kapısının önündeyiz. Adam kucağımda. Eşim kayıp. Ne yapacağımı bilmiyorum. Burada bekleyemeyiz. Bulunduğumuz alan, depremlerde en güvensiz yer. Tam çıkmak üzereyken o kör karanlıkta yanı başımda bir kadın sesi:
“Babacığım nerelerdesin sen? Aramadığım yer kalmadı! Allah sizden razı olsun ağabey.”
Felçli ihtiyar adamı, kadının kucağına devrediyorum. Sevincini belli eden sesler çıkarıyor.
Altınay yeniden kucağımda.
…
Kendimizi dışarıya atmamızla birlikte rüzgâra tutulmuş öfkeli bir yağmur, yüzümüzde yağlı bir kırbaç gibi patlıyor. Kısa sürede ıslanmadık yerimiz kalmıyor. Kimsenin yağmura aldırdığı yok. Kapıdan fırlayan o ıslak karanlıkta kayboluyor. Gözümü alan farlar, korna sesleri, karanlığa akan alevden şekiller…
Biz şaşkın vaziyette orta yerde kalıyoruz. Hanım hâlâ yok. Nereye gideceğimizi, nereye sığınacağımızı bilmiyoruz. Tek amacımız bir an önce apartmanların önünden uzaklaşmak. En iyisi hanımı bulana kadar karşı ulu çınarın altına sığınmak. Herkes oraya koşuyor. Biz de koşuyoruz. Güya yağmurdan korunacağız.
Gözlerim sitenin otoparkında. Ortalık güçlü farların kesiştiği arabalarla dolu… Herkes çoluğunu çocuğunu almış, apartmanların önünden hızla uzaklaşıyor. Arabanın anahtarını almayı unutan galiba bir ben varım. Karanlık ve yağmur… Hava soğuk, üstümüz ıslak… Üşümek ne ki, tir tir titriyoruz.
Çınarın altındayız. Bir de ne göreyim, hanım orada değil mi?
O sırada önümüzde siyah bir araba duruyor. Islak cam aşağı iniyor. Bakıyorum, bizim kapı komşumuz polis memuru Salih Bey… Karısı ve çocukları arabadalar. Gözleri bende… Mesafeli bir komşuluğumuz var. Bayramda seyranda kapımızı çalmazlar. Davetlerimize rağmen evimizi bilmezler. Acımıza ortak, sevincimize yakın olmazlar. Ya asansörde karşılaşırız ya kapı önünde. Bütün tören bir selamlaşmadan ibaret… Şimdi önümde durmuş, perişanlığımızı seyreder gibi müstehzi tavırlar içinde bana bakıyor. Parkinsonlu sağ elim titremeye başlıyor. Başımı öbür yana çeviriyorum.
“Hocam ne bekliyorsunuz burada? Hava çok soğuk. Islanmışsınız da. Lütfen arabamıza buyurun.” diyor.
Yüzüne hayretle bakıyorum.
“Yok.” diyorum. “Sağ ol…”
Anlıyor. O, ısrar ediyor:
“Lütfen hocam!.. Sen benim ağabeyimsin.”
Duyduklarıma inanamıyorum. “Ağabeyimsin” sözüyle buz dağı birden eriyor. Arabasına davet ediyor, “Sen benim ağabeyimsin!” diyordu. Sadece arabasını değil, gönül kapılarını da açıyordu. Yoksa katı olan ben miydim? Alınganlıklardan bir duvar mı örüyordum?
Hanım ve Altınay, çoktan geçiyorlar arabaya. O sormadan ben söylüyorum:
“Arabanın anahtarını çıkarken o telaşla içeride unutmuşum.”
“Tahmin ettim hocam, hemen gidip alalım.”
“Olur mu? Artçı depremler devam ediyor!”
O sırada Altınay’ın sesi duyuluyor:
“Polis amca, benim kanaryam içeride kaldı. Ne olur onu da kurtarın.”
“Ah canım benim. Tamam. Kanaryanı alıp geleceğim. Haydi hocam! Ya Allah, bismillah! Allah’ım sen koru bizi.”
Apartmana yaklaşıyoruz. “Gitmeyin. Canınıza mı susadınız? Artçılar devam ediyor.” diyenler oluyor. Aldırmıyoruz. Telefonlarımızın fenerlerini açıyor, hızla tırmanıyoruz merdivenleri. Üçüncü kattayız. Kapıyı açıyorum. Benimle birlikte o da içeri giriyor. Herhangi bir yangın ihtimalini göz önüne alarak doğalgazı kapatıyor. Elektriğin şalterini indiriyor. “Yanına battaniye al.” diyor. Ayakkabılarımı çiftleyip önüme koyuyor. Asılı montumu alıyorum ama bir türlü giyemiyorum. Kollarını tutarak giydiriyor. Arabanın anahtarı bende, kanaryanın kafesi kendinde, kapıyı çekip çıkıyoruz. Kanaryayı kafesiyle Altınay’a uzatıyor. Altınay’ın gözlerinde yıldızlar… Sevincinden ağlıyor.
“Teşekkür ederim polis amca.” diyor.
Arabamın zemin kattaki otoparkta olduğunu ikimiz de biliyoruz. “Sen bu hâlinle arabayı çıkaramazsın hocam. İş başa düştü! Ver anahtarı! ”diyor.
Otoparkın karanlık dehlizinde kayboluyor. Ben mahcup, şaşkın, donakalıyorum. Bir insanı kısa sürede bu kadar değiştiren ne olabilirdi? Yanımdaki aksakallı ihtiyar, komşumu kastederek ortalığa konuşuyor:
“Vay be!” diyor. “Demek hâlâ iyi insanlar varmış bu dünyada. İnsanlık ölmemiş. Öyle ya, insan fani, dünya boş… Şu kısacık zamanda hâlimize bir bakıyorum da sarayların olsa ne yazar!”
Bana dönüyor. Ben içimin derinliklerindeyim.
“İstemeden kulak misafiri oldum, diyor. Merakımı bağışlayın. Can pazarının yaşandığı, korkunun dağları sardığı şu ortamda sana bu fedakârlığı yapan kimdir? Yakın bir akrabanız olmalı…”
“Komşum… Kapı komşum.”
Bir sessizlik düşüyor aramıza:
“Doğru ya, insan öbür dünyada komşusundan sorulurmuş. Bütün mesele, yüreklerimizde o gönül fenerini yakabilmekte, o gül sancısını duyabilmekte…”
Az sonra komşum güçlü bir ışık huzmesiyle arabayı alıp geliyor. El frenini çekip arabadan iniyor.
“Buyur hocam!” diyor.
Gözlerim dolu dolu.
“Sana nasıl teşekkür edeceğimi, ne diyeceğimi bilemiyorum.”
“Olur mu hocam, biz komşuyuz. Şimdi tek yürek olma zamanı.”
Sarılıyorum. O, gözümde bir kahraman…İçimde derin bir muhasebe: “Biz nerede hata yapıyoruz?”
Necdet Ekici