0

BALIKÇININ KARISI

Yeşil topuklarıyla bir gelincik geçer birazdan Yalısokak’tan. Kızılcık balı damlamış böğürtlen dalından kalkar kuşları gecenin. Yağmur vurur usul usul ahşap pencerelerin isli camlarına. Karıncaların kırıntı davasında bitmeyen mücadelesinde sancır avludaki incir ağacının kökleri. Vakit damlar laçin dallarından, yeşil kozalaklardan akar balı fıstıklı sevdaların. Bülbül kırmızıya ağıtlanır şuh düetlerin otağında. Sırtlardan düşer işmarı güneşin.

Asiye derin uykuların koynunda… Yıllanır aşkın taze döşeğinde umutlar. Siyah saçları dağılır kanaviçe yastığın güllerine. Kollarından gecenin sayıklayan şafak sızar, tül perdeden sokulur okşar, tende cıvıldayan dokunuşları.

Her kuşluk vakti kocasını balığa uğurlamak için kalkardı Asiye! Turşu kavurur, ıhlamur demler, mısır ekmeğini tam çıkarırken fırından Temel uyanıverirdi telaşına. Patlıcan reçelini ne çok severdi Temel. Kaç kavanoz hazırlayıp dizmişti tahta merdivenli çıkartmanın başına taze gelin. Hemen yanında turşu bidonları, çivit mavisi renk renk düşlere geceden sevda ören… Fasulyeler mayıs gibi ekilir yaz ortası başlanırdı etek etek toplanmaya. Biberlerin sivrisi, çarlisi, tombulu… Renk renk kırmızısı, yeşili, sarısı… Duvarın dibine toprak taşınmış; domates, patlıcan çoktan ekilmişti Karadeniz kadınının çilesine. Sırtında sepeti başında çizgili keşanı. Asiye’nin al al yanaklarında açardı güller miskini. On beş yaşında kaçtıydı ilkokul sevdası Temel’e. Mahallede kaç uşak peşinde dolaştıydı da dönüp bakmadıydı pullu kız hiçbirine! Oğuz boylarından(uz) Mesehorlu balıkçıyla karısının serüveni böyle geçip giderken nihayetinde kalandar gelip çatmıştı. O sabah Asiye yine erkenden kalktı. Kara lahana sarması pişirdi, yolluk azık diye yanına mısır ekmeği ile yazdan kurduğu turşulardan koydu. Bakır işlemeli sinide kahvaltıyı hazırladı. Tek demlik, üstten tutmalı alüminyum çaydanlıkta fokurdayan ıhlamuru bardağa doldururken Temel’le bakışmalarına cıvıldıyordu pencereye sığınan serçeler. Temel karnını doyurur doyurmaz sarı yağmurluğunu giydi, boynuna Asiye’nin ördüğü atkıyı sardı. Soğuktu, hafiften kar zinaklıyordu. Asiye’sinin yanağına bir öpücük kondurdu ve yola koyuldu tam bahçe kapısını açıp çıkarken, dönüp tekrar tekrar Asiye’sine baktı. Sanki birbirlerinden hasretlik alıyorlardı. Asiye bir telaş koşup Temel’in boynuna atıldı. Ayrılmak daha da zor gelmişti o sabah Temel’e Asiye’sinden. “Temel’im bu sabah gitmeyiver da içimde bi sıkıntı var!” dedi.  Temel “Oy Asiye’m benim, boncuk gözlüm niye böyle yapıyorsun, gitmesem olur mu hiç ne yer ne içeriz, daha düğünden borçlar duruyor gülüm benim!” dedi. Asiye boynunu büktü, Temel hafifçe başını kaldırıp, Asiye’nin yanağına sıcacık bir öpücük kondurdu. Temel’den kalan son hatıraydı Asiye’nin yanağında hâlâ sızlayan o öpücük!

O gün denizde fırtına vardı ancak nice fırtınadan sağ gelmesini bilirdi balıkçıları Yomra’nın. Sakin bir koya demir atar fırtınanın dinmesini beklerlerdi. Tam iki gün geçmişti, Asiye deniz kenarında Temel’in yolunu gözlüyordu. Alnına çattığı kara yazmadan simsiyah bahtı dökülürdü kıyıya. Martı çığlıkları dağlanıyordu boşlukta. Deniz hıçkırık kusuyordu, köpük köpük çalkalanıp o hışımla taşlıklara çarpıyordu. Sonra sustu sesler, ölüm marşı üfler gibi dudakları karayelin, bir fırtınada kaybolup gidiyordu korkular, ardına hüzün salkımlarını ekerek. Derken bir motor sesi bozdu haykıran sessizliğin kalleşliğini. Gelen İdris Kaptan’ın teknesiydi. Halil, Ali, İbrahim, Dursun Reis hepsi sağ salimdi. Kıyıda süren o telaş, yerini sevinç çığlıklarına bırakırken Asiye’yi bir korku sarmıştı. Asiye telaşla İdris Kaptan’a koşup “Temel niçin dönmedi, iyi midir bi haberiniz var mıdır?” diye titrek bir sesle çıkıştı. “Temel bizimle değildi, o bizden ayrılmıştı dönmedi mi yoksa?” deyince Asiye bayıldı. Bir uğultu koptu. Karayelin başında kapkara bir duvak çığlık çığlığa koşuyordu denizin üzerinde. Göğün gözlerine kapkara sancılar ilişmişti. Derin bir uğultuda Asiye bilmediği bir boşluğa savruluyordu. Duymuyor, işitmiyor, hayatta mı, ölü mü, diri mi hiçbir şey hissetmiyordu. Yarım nefes göğsünde, inip kalkıyor sanki boşluklarına bir hırıltı doğranıyordu. Gittikçe bilmediği bir dibe sürükleniyordu ki yüzüne çarpılan bir avuç suda gözlerini açtı! Ahlananlar vahlananlardan bir ses tırmıkladı bilincini; “A kızım korkma gelir inşallah!” tesellisine tutunarak güçlükle doğruldu. Gözlerinden birbiri ardınca yaşlar akıyordu, elinde kara yaşmağı taşlıkların üzerine çıktı. Ve avazı çıktığınca bağırarak “Temel’im dön artık beni buralarda eli koynunda koyma!” dedi ve yere çömeldi. Kıyıdaki kalabalık çoğalıyordu. Üç gün olmuştu Temel’den bir ses çıkmamıştı. İdris Kaptan ve arkadaşları daha fazla çaresizlik içinde bekleyemediler ve arama kurtarma çalışmalarına bizzat katılarak arkadaşlarını aramaya koyuldular. Asiye ile Temel’in en yakın arkadaşlarından, Halil’in karısı Hatice, Asiye’nin yanından bir an ayrılmadı. Asiye’yi teselli ederken Halil de arama kurtarma çalışmalarını beraberindekilerle, üzüntü ve endişe içinde sürdürüyordu.

Askerliklerini birlikte yapmışlar Temel’le aynı yıl evlenmişlerdi. Hatta Hatice’ye aldığı gelinliğin parası çıkışmayınca, Temel babasından yadigâr el yapımı gümüş köstekli saati satıp Halil’e yardım etmişti. Can dostunu böylesi bir şekilde aramak onun için çok zordu.

Şafak sökmeye ramak kala motor sesleri işitildi. Kalabalıktan fısıltılar yükseliyordu “Hacan Temel’i bulmiş midurlar hacan eldimu yaşamaz, hacan sağ midur?” Loş ışıklar eşliğinde İdris Kaptan ve beraberindekiler kıyıya yaklaştılar. Kimse konuşmuyordu. Ölüm sessizliği sarmıştı tüm limanı. Asiye “İdrus Dayi bulduniz mi Temel’umi da!” diye ayaklarına kapandı ihtiyar balıkçının. “Kizum metanetli ol alabora olmiş tekne, o tekneden sağ çıkmasi mümkün değildur!” dedi ve Temel’in çizmesinin tekini, atkısını Asiye’ye uzattı. Asiye yıkılmıştı, feryatları denizin diğer yakasından duyuluyordu. Kendisini kayalıklara attı, alnından kanlar akıyordu. Kendine zarar vermemesi için herkes seferber olmuş, Asiye’yi zor sakinleştirmişlerdi. Asiye’nin tüm feryatlarına rağmen ne yazık ki Temel bulunamamış, karanlık sularda kaybolmuştu. Nihayetinde günler ayları kovalamış, kazanın üzerinden beş ay geçmişti. Asiye hamileydi. Karnındaki yavrusuna sığınıyor Temel’in bir gün döneceğine inanıyordu.

“Ölüye eldu denur!..” diye çıkışırdı “öldü” diyenlere. Deniz, aldığını kırk günde geri verirmiş umuduyla kaç kırk gün geçmişse de Asiye Temel’i beklemekten bir an bile vazgeçmemişti. Her kuşluk vakti akşam güneşi batıncaya değin kayalıklarda Temel’in yolunu gözlerdi. Yalıncaklı Asiye, bakır sinide kahvaltısını hazırlar, sobada üsten tutmalı demlikte çayı deme bırakır; Temel’inin geleceğini ümit eder, geldiğinde sevdiğinin her şeyi bıraktığı gibi bulması için bir gün bile aksatmadan Temel’in sevdiği yemekleri hazırlar sofrayı kurardı. Bugün gelmediyse yarın gelir düşüncesiyle, ıhlamur demler, mısır ekmeği pişirir, kara lahana sarması sarar ve turşu kavurmayı ihmal etmezdi. Sonra karnında yedinci ayına giren bebeğiyle yağmura çamura aldırmadan her sabah Temel’i uğurladığı kıyıya giderdi mavi gözlü beyaz gelin Asiye!

Temel’i beklerken arada bir de ağıt yakardı. Karadeniz’in efsunlu, deli deli pusuya yatan
sessizliğine doğru! Efkâr tütsülenirdi martıların çığlıklarından, kanatlarından gümüş pullar yağardı. Kuşağındaki çakıya deniz bi başka durulurdu. Suya düşerdi vurulan umutlar bir bir… Türkülerin isi yanardı mehtabın alık sinelerine doğru, susardı Yalıncak!
Çamburnu, hüznünden yeşil yakı yakardı Yeros’a. Durana Deresi’nin eteklerinden sıçrardı. Gözü yaşlı taşlar. Akıntıya kapılıp sevdalar vururdu yüreklerin zifin çeken çakıllı kumsallarında.

“Denuz sevdami aldun doğmamiş sebumi yetum goydun e gudurasun oy denuz kuruyasun yerun dibune geçesun. Oy denuz Karadenuz ander galasun, gaybana kalasun oyy! Sevduğuuum eruum Asiye’n sa gurban, kara perçemlu Temel’um oyy! Bitur habu ayruluği, ellerum bağrumda galdi, gavuşalum sevduğum oyy oy!”

Kayalıklardan kan sızardı limanın kucağına, gök mavi elbisesini yırtar bırakırdı Kilise Tepesi’nin üsküt duruşlarına. Kızılcık yağardı adeta deryanın kara yazmalı yasına. Rüzgârın kanatları bir uçtan bir uca açılır, ta Rusya kıyılarına düşürürdü yürek sancılarını Asiye’nin.

O hışımla poyraz tir tir titrer, oradan oraya vururdu kendini gencecik gelinin ağıtlarına dayanamayıp. Başındaki kara yazmasının gümüş pulları saçılırdı Temel’in levrek tezgâhına çinekoplar kuyruk vururdu kara kaşlarının üstüne. Ak çehresinden yuvarlanan yaşlarda ıslanırdı o bomboş tezgâh! Yosunlar bile ağıt yakardı o ağlayınca allaşırdı ak köpükleri hırçın dalgaların! Ayrılık öylesi bükmüştü ki Kaşüstü’nün belini; rükûa eğilen minarelerden yankılanırdı acının derinleşen sancıları. Sabah çözülünce iyiden, Çamlık Tepelerinden dinerdi göğsü Karadeniz’in, kâğıt gibi salınırdı ipeksi âhengiyle…
“Allah belanu versun denuz yine geturmedun bana Temel’umi!” diye söylenen eli kınalı geline boyun eğer, ta diplerinde uyuyan Temel’e fısıldanırdı sessizce!

Sırılsıklam bedeni, buz kesmiş elleri, mosmor dudakları, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle bitkin bir şekilde dönerdi evine Asiye. Bir sonbahar gecesi doğurdu Ahmet’ini. İlk defa o sabah gidemedi kayalıklara, ebe ana izin vermedi Asiye’ye.
“Olmaz bu halda gidersan kizum elursun habu sebu ne olur ha uşağum etma!” diyen
ebe anaya direnemedi daha fazla. Çocukluk sevdasıydı Temel, okula birlikte giderlerdi,
yukarı mahallenin oradaki pelit ağacının altında buluşurlardı. El ele diz dize, evlenecekleri günün hayallerini kurarlardı. Yıllar böyle gelip geçmişti ayrılığın başı iyice düşmüştü Asiye’nin dizlerine.

Son kez gidişiydi o gün kayalıklara deniz masmaviydi, tıpkı Temel’i balığa uğurladığı o günkü gibiydi! Kuşlar cıvıl cıvıldı. Fistanında yeşil ökçeli hanım kızlar açmıştı adeta. Şıkır şıkır al yazmasının pulları salınıyordu. Onca zaman sonra yüzünde hiç olmayan bir tebessümle uçarak gidiyordu kıyıya! Musa Dayı; “Nereye da Asiye, yine mu kayaluklara?..” diye seslendi şadırvanın önünden. “Habu Asiye de bi hallar vardur da.” endişesiyle söylendi, aldırmayan laz kızın ardından, kendi kendine. Yüreğinden yağmur yüklü pembeli mavili kuşlar süzülüyordu. Deniz eteklerini sere serpe sermiş öylece oturuyordu karşısında. Bembeyaz duvağı uçuşuyordu esintilerin arasından. Yunus balığı o gün olduğu gibi iyice yaklaşıp kıyıya selam verdi kuyruğunu sallayarak Asiye’ye! Ilık bir meltem esiyordu dağlardan saçlarında mor çiçeklerden bir taç, rüzgârın komar çiçeklerinin leylak düşlerden çalıntısı, karpuz çekirdeğinin sulanan tadı damaklarda Yomur elmasının pembeliği, kızan yanaklarda…

Bir çise döktü incecikten körfeze, bir sis, denizin üzerine bir ıslık sesi!
“Oy Asiye Asiye tütün koydum kesiye buban veriyi seni da bir bağ pırasiye oyy sevduğum.”

Dağıldı sis, kemençenin kıranlara vuran tellerinden, dindi yağmurun zerrecikleri Temel beliriverdi beyaz gömleğiyle. Körfeze mavi konfetisi yağıyordu güller arasında göğün,
çekildi usuldan sular ayaklardan. Çakısı düştü Asiye’nin kuşağından, ayna kesiğinden sivrilen kum taneciklerinin saydamlığına bir hışırtıyla sarı yağmurluğu sürüklendi oracığa Temel’in. Kara saplı sustalısı saplandı deniz kulağının fısıltılarına. Ahmet’ini Hatice’ye bırakmanın huzuru vardı yüzünde. Kıyamadığı Temel’inden tek hatırası o yıldız yıldız bakan gözleriyle ak pak bebeğini. Kaç gece koynunda uyuturken sütü kesilmişti acısından bakarken duvardaki Temel’inin resmine! Ana yüreği ya sancısından aç kalmasın diye yavrucuğunu Hatice’ye getirmişti, kaç kez kuzusuna sütünden versin analık etsin diye. Acısı aşkı öyle büyüktü ki tek dayanağı yavrusunu bağrına bastıkça Temel’e olan aşkı dineceğine aşkı büyüyüp içine akan gözyaşlarında Asiye’yi bir uğultuya sürüklüyordu. Olmuyordu ne yapsa olmuyordu bir yanda yavrusu diğer yanda sevdiği!  Asiye’yi yaktıkça eritiyordu. Dört aylık olan kuzusu ona daha da çok Temel’inin acısını hatırlatıyordu. Ahmet’ini doya doya son kez öptü. Ve kıyıya gitti. Kayalıklardan denize indi yaşmağını saldı kuzeye, çözdü saçlarının örgülerini, daldı masmavi suların ışıyan dansına.

Körfezin şahitliğinde sözleşen iki kalbin şavkından çırpınarak göğe yükseldi iki ak güvercin Yomra semalarına. O gün bugündür kim kuşluk vakti balığa tek çıkarsa görürmüş genç sevdalıları! Ne zaman fırtına çıksa, denizde yalpalayan teknelerin kayıkların imdadına yetişirmiş simsiyah saçları masmavi gözleri olan bir peri kızı ve yemyeşil gözleri olan esmer bir delikanlı. Tekneyi kıyıya bağlar bağlamaz tek vücut olur suya gömülüp gözler önünde kaybolurlarmış. Ahmet hem öksüz hem yetim kalmıştı ama mutsuz değildi! Annesiyle babasının her kuşluk vakti denizden söylediği ninnilerin sesiyle büyüyordu tahta beşiğinde. Süt anası Hatice onu kendi öz yavrusu Hasan’dan hiç ayırmıyordu. Hele ki Halil, o geceki fırtınadan sağ kurtulanlardan biriyken… Artık o efsanevî aşkın tek emaneti hatırasıydı Oğuz Boylarının Mesehorlu köklerine Ahmet! Belki de kutsanmış bir bebekti, ölüm meleğini denize yaklaştırmayan kâh kadın kâh erkek suretinde görünen aşk meleğinin sura üflediği huzurla!

Filiz Kalkışım Çolak

 

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler