UÇURTMALAR YÜREĞİMİZDEN UÇMALI Açmalı gönül penceresini her sabah Koklayıp dünyayı nefes dolusu, Yeni keşiflere hazır tutmalı ruhu Hele dostun erken telefonuysa gelen Zaman...
İSKETEN*
1
Gözlerini kuzinenin islenmiş camına sabitlemiş, çatırdayan ateşe dalıp gitmişti. Sofradan gelen çatal kaşık seslerine kulak kabarttı, usulca o tarafa doğru çevirdi bakışlarını. Akşam haberlerini sunan spikerin sesi her akşam yemeğinde olduğu gibi fon müziğine dönüşmüştü: “Yarın hava sıcaklığı mart ayı ortalamalarında olacak…”
Tekrarın verdiği huzurla zihnindekileri bir kenara bıraktı; içinde bir sıcaklık, bir yenilenme, bir canlılık hissetti. Anne olmanın vakurluğu, sebatlığı, tekmil bedeninde hissediliyordu. “Baba, köydeki kurtları gördüğün zamanı anlatsana” dedi evin neşesi denilen, gün boyu yaşanan onca ezilmişliği, gücenmişliği, çaresizliği bir anda unutturan çocuk. Baba bir taraftan zihnindeki imgeleri kelimelere dökerken, bir yandan da annenin gözlerinin ta içine bakıyordu. O bakışlara karşılık anne, geçmişin film şeridi gibi hızlıca akıp gittiğini hissetti son akşamlarda olduğu gibi.
Oğuz gözleri parlayarak dinliyordu, bilmem kaç kez dinlediği hikâyeyi ilk kez dinliyormuşçasına.
“Yüreğim küt küt atarken köye girdim, karşımda sobanın külünü döken bir güzeli gördüm. Yüreğimin atışı daha da hızlanmıştı; ama bu kez korkudan değil, annenizden ötürüydü…”
Anne bozaran gözlerini babaya dikmiş, sevginin esrikliğine kapılmıştı gene. Baba da aynı bakışla karşılık verdi içinde beliren kocaman bilinmezliğin korkusuyla.
Sofrayı hep beraber topladılar, sobanın üzerine konulan çaydanlığın cızırdamasıyla bozacının sesi duyuldu şaşmayan vakitte, şaşmayan sedayla…
Anne gene elini yüzüne dayadı, Hasan Ali’nin izlediği siyah arabalı diziden gelen sesleri duymadı bile, daldı gitti ateşin koruna.
“Bahar, ölüm acısını daha mı kolay unutturur acep,” diye söylendi içindeki bir ses, hüzünle…
2
Sabah kalktığında Rıza’nın yatakta bıraktığı boşluğa baktı. İçi burkuldu yine. İçtiği ilaçlardan mıdır nedir, artık eskisi gibi erkenden kalkıp kahvaltı hazırlayamıyordu. “O da sessiz sedasız kalkıp işine gidiyor, umarsız, “diye söylendi kederin şahikasındaki ruhuyla perdeyi açarken.
Perdeyi açar açmaz gördükleri karşısında şaşkına döndü. Komşusu Hacerlerin çatısı bembeyaz olmuştu. Gözleri dışarıyı taradı…beyaz…hem de ne güzel beyaz…Pencereyi açtı, kar kokusunu ciğerlerine çekti. Demir korkulukların üzerinde biriken karları görünce aklına çocukluğundaki gibi muzırlıklar geldi apansız.
Oğuz, kar yağdığında yeniden dünyaya gelmiş gibi olurdu. Delicesine camlara koşar, gülümsemesi genişlerdi; onun cemalindeki mutluluk, evdekilerin hangi ruh halinde olursa olsun tebessüm etmelerine vesile olurdu. Belki de kar yağdığı günlerde pencereye koşan çocukların heyecanını duymak gerekirdi ve ömür boyunca o heyecanı kaybetmemekti asıl mesele hayat denilen bu oyunda…
Avucuna korkulukta birikmiş karları aldı, kartopu haline getirdi. Vildan’la Oğuz’un kaldığı odaya girdi. Oğuz’un yatağına oturarak:
“Hadi kalk oğlum!” dedi, “sana bir muştum var.”
Muştuya ilk oralı olan Vildan’dı, tek gözünü açınca annesinin elindeki kartopunu gördü. Şaşkınlıkla, “O nereden çıktı anne” dedi, dağınık saçlarını yüzünde toplayarak. Ablasının sesiyle gözünü kırpıştıran Oğuz, annesinin elindeki kartopuna baktı, doğruldu, önce ne olduğunu anlayamadı. Apansız yatağından zıplayıp perdeyi araladı. Beyazın gözünü yaladığını görünce, ”Yaşasın!” diye çığlık atıp annesine koştu. Elinden kartopunu aldı, sarılarak öpücükler kondurdu yüzüne.
“İsterseniz bugün okula gitmeyin çocuklar, tatil edilmiştir herhalde, televizyonu açın da haberlere bakalım.” Oğuz böyle havalarda dışarıda oynamayı çok sevdiğinden, “Tatil olmamışsa okula gitmek istiyorum,” dedi içindeki kıpırtının yüzüne, eline, tekmil bedenine vurmuş edasıyla.
“Bakarız, önce kalkın kahvaltımızı edelim,” dedi annesi.
Oğuz’un gözü penceredeydi. Bir eliyle kıyafetlerini giyinmeye çalışırken, diğer eliyle perdeyi aralayıp biteviye, beyaz hayaller dünyasına dalıp gidiyordu. Vildan televizyonu açmaya çalıştı ama kanallar çekmiyordu; fırtınanın, yağmurun yağdığı zamanlarda olduğu gibi. Babası hallederdi, olmadı abisi. O sırada kapıyı açan Hasan Ali, tipiden paltosu bembeyaz olmuş bir vaziyette paldır küldür içeri girdi. Oğuz, abisinin üzerinden düşen karları görünce iyice kendinden geçti. “Okulları tatil etmişler” dedi, “bugün de atölye dersimiz vardı,” diye devam etti dersin önemini belirten bir ses tonuyla. Sonra yüzünü tebessüme evrilterek: “Olsun, bugün de kardan adam yaparız, illâ bir şey yapmamız gerekiyorsa onu da sokakta yaparız.” Abi olmanın kıvancıyla kardeşini kucakladı, havaya kaldırdı. Oğuz ise bağırtılar içinde çocukluğunun coşkusundaydı.
3
Sağlık ve sevgi birbirini tamamlayan, varoluşumuzun en önemli kavramlarıydı belki de. Birinin eksikliğinin diğerinin yokluğuna, birinin çoğalmasının da diğerinin varlığına sebep olmuyor muydu? İnsan denen zamansızın en büyük talihsizliği, çoğu kez bu dengeyi kuramamasıydı. İçeride, mutfakta çocukların sevecen seslerini duyan kadın, gözyaşlarını ığıl ığıl akıtırken yaşadığı talihsizliği düşünüyordu. Elinin tersiyle gözünün çığlığını sildi.
Kar durmuştu ertesi gün. Yine biraz eksik, biraz kırılgan, biraz yorgun kalktı yatağından. Çocuklar, okulların tatil olmasını fırsat bilerek kim bilir kaçıncı rüyalarını görüyordu. Adam ile kadın beraberce, son günlerde yapamadıkları kahvaltıyı hazırladılar, çatal kaşık sesleri hüznün müziğine dönüşmüştü sanki.
“Kar iyicene kalksın da bir doktora görüneyim, kendimi iyi hissetmiyorum,” dedi kadın usulcana…
“Nasıl istersen, bir görünmekte fayda var tabii,” dedi adam hüzünle. Sesin çatallanan kısmını ise kendi içine haykırdı, oradaki derin boşluğa.
Adam giderken, “Bir isteğin var mı Ayşe’m?” diye sordu.
“İsketen istiyorum, hani şu geyiklisinden Rıza’m.”
Birbirlerinin ruhen içine geçtiklerinde cümleleri böyle kurmayı severlerdi.
“Alırım.” dedi, sonra paltosunun yakasını yukarı kaldırıp karları eze eze vurdu yokuşa kendini.
Üç kardeş kahvaltıdan sonra dışarıya kardan adam yapmaya çıktılar. Kardan adamı salonun penceresinin önüne yapmışlardı, böylece Oğuz her perdeyi araladığında sevinci karlara karışıp dolaşacaktı sokak sokak…Sonra kadın sobaya kömür attı, genişleyen sıcağın tesiriyle yandaki sandalyeye oturdu, kendinden geçti.
Gözünü açtığında elini adamın avucunda gördü kadın. Sonra fi tarihinde, detaylı bir kontrol yapılması gerektiğini söyleyen doktorun söylediği sözleri anımsadı. “Bol bol dinlenmeli, ilaçlarını da aksatmadan içmeli.”
Doktorun o sözleri, insanın soluk aldığı her yerde yerine ulaşamamanın verdiği çaresizlikle, oradan oraya rüzgâr misali fısıldayıp gidiyordu.
Bir ara yatağından kaykıldı, gözü salonun camındaki yüzünü iki eline almış Oğuz’a ilişti. “Yine dalıp gitmişsin kardan adamına oğlum.” Oğuz uyanan annesine baktı, gönendi. “Anne niye kardan kadın yok?” diyerek annesine sarıldı, büsbütün oldular. Hasan Ali ile Vildan evdeki işleri ellerinden geldiğince kotarmaya çalışıyorlardı. Oğuz da ufak tefek işleri yapıyordu; sofrayı kaldırmak onun görevlerinden biri olmuştu.
Akşam yemeğinden sonra, son dönemlerde serili olan salondaki yatağında doğrulurken, perdesi açık pencereden gökyüzüne süzüldü bakışları. Turuncu bulutların yıldızların üzerini örttüğünü görünce:
“Kar mı yağacak ne!” diye söylendi evdeki bütün yüzlere tebessümle bakarak. Tabii bu cümle en çok Oğuz’u coşturdu. Koştu pencereye doğru, önce kardan adamını sonra gökyüzünü süzdü. Sokak lambasına bakınca, ”Yaşasın kar yağmaya başlamış gene!” diye bağırdı.
Kar geceden bu yana yağıyordu. Adam yatağından usulcacık kalktı, üstünü başını giydi, kadının alnına bir buse kondurup kapıdan çıktı, tipiye karıştı. Kadın kalktı, yanındaki boşluğa baktı, sanki her gün biraz daha genişlediğini düşünerek. Kar tanelerinin cama vuran tıkırtıları içindeki karanlığa rağmen çocukça bir heyecanla gülümsemesine sebep oldu. Oğuz’u kaldırmaya niyetlendi, iki elini yumru yapıp doğrulmaya çalıştı ama olmadı gücünün azaldığını hissetti, yatağa düştü, gözlerini tavana dikti ve uykuya daldı.
4
İçeri giren Hasan Ali’nin bakışları sobanın üzerindeki cızırdayan çaydanlığa ilişti, sonra montundaki karları çırptı. Oğuz her zamanki yerinde, pencerenin kıyısında kardan adamını izliyordu, anne ise salonda serilen yatağında uzanmış yatıyordu öylece. Hasan Ali’ye döndü, “Çayı demledim oğlum,” dedi solgun yüzünü destekleyen solgun sesiyle.
“Tamam anne, geri kalanı biz hallederiz.” dedi, sonra “her şey ateş pahası olmuş, tüp ekmek kuyrukları alıp başını gitmiş.”
“Ne zaman öyle olmadı ki” dedi usulca, yoksulluğun mahcubiyetini duyumsayarak.
Akşam kar iyice bastırmış, göz gözü görmez olmuştu. Adam kapıdan içeri girdi, paltosundaki karları sobanın üzerine silkeledi. Bu sesi duyan Oğuz’un gözlerinin içi güldü. Elinde tuttuğu paketi yatağında olup biteni izleyen kadına uzattı. Kadın gülümsedi, paketi açtı: “Ne güzel bir hayvandır bu geyik,” diyerek adama baktı. Deruni bakışları adamın gözlerinin ferinde kaybolmuştu sanki.
Hep beraber sofrayı kurdular, kadın ise yatağının kenarındaki geyikli isketenlere dalıp gitmiş, ruhani bir yolculuğa çıkmıştı; belki çocukluğuna, belki de bütün olmamışlıkların çaresini aramaya…
Sabahın alacasında kırılan bardak sesiyle herkes irkildi. İrkilmeyle birlikte salona koştular. Önce kırılan isketenlere, sonra kadının boşluğa düşen ellerine baktılar. Zaman durmuştu sanki. Sonra hareket hâsıl olmuştu. Adam kafasını kapının pervazına dayamış kadınına bakarak hıçkırıyordu. Hasan Ali, Vildan’ın çığlığına eliyle dizini döverek eşlik ediyordu.
Oğuz perdeyi araladı, yağan kardan gözleri kapanan kardan adamına baktı:
“Acaba dünyadaki bütün acıları karlara gömebilir miyiz?” diye mırıldandı ağıtların gölgesinde.
Sinan Şuekinci
*Bardak